TURHAN GÜNSAV
301 PAŞAZADE
1934-1941
1923 doğumluyum. Babam, İstiklal Harbi’ni ilk başlatanlardan Miralay Bekir Sami Bey’dir. Annemin babası Hamdi Paşa saraydan. O vakitler babam tanınmış bir kumandanmış ve annemle babam bu vasıta ile evlenmişler. Üsküdar Paşakapısı’nda oturduğumuz ev, paşa dedemden kalma ve evimizde bizlerle ilgilenen iki tane de dadımız vardı. Babamı 9 Eylül 1934’te kaybettiğimizde on yaşındaydım. Babamı top arabasına koydular, devlet merasimi ile Karacaahmet’teki aile mezarlığımıza defnettiler. Babamı kaybettikten sonra tabii ki maddi sıkıntı çektik, babamın cebinde dokuz lira parası vardı; bir de Kur’an-ı Kerim’in içinden yüz lira çıkmıştı, cenaze masrafları için. Biz altı kardeştik, kişi başına bize bağlanan emekli aylığı yedi lira otuz dört kuruştu yani toplam elli lira. En büyük abimle aramızda on bir yaş vardı; Almanya’da orman mühendisliği tahsili yaptıktan sonra Bolu Mengen’de görevlendirildi, babam ölünce bize onun desteği oldu. Öteki abim Hukuk Fakültesi’nde okuyordu, diğer ağabeyimi Esat Bey yanına alarak Fecri Ati Lisesi’ne (Boğaziçi Lisesi) yatılı verdiler. Ben de Üsküdar’da Mal Hatun Mektebi’nde beşi bitirmiştim, babamın arkadaşları vardı (Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay) bizlerle ilgilendiler. Mareşal Deli Fuat Paşa’nın oğlu -kendisi Darüşşafaka’nın kurucu ve hamilerindendi- beni Darüşşafaka’ya yazdırdılar, benden sonra da iki kız kardeşim vardı.
*****
Miralay Bekir Sami Günsav.
(Turhan Ağabey, Darüşşafaka yıllarına geçmeden önce babası Ulusal Kurtuluş Savaşı kahramanı Albay Bekir Sami Günsav’ı anlattı. Zaten savaşın tüm izlerinin yaşandığı Darüşşafaka ile örtüşen bu anıların küçük bir kesitinin burada yer almasının gerektiğini düşünüyorum. Darüşşafaka, Turhan Ağabey’in okuduğu yıllarda Anadolu’dan gelen şehit çocuklarına yuvalık yapmıştı.
Bekir Sami Bey; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıktıkları tarihten iki gün sonra 21 Mayıs 1919’da Milli Savunma Bakanlığı tarafından 56. Tümen Komutanı ve 17. Kolordu Komutan Vekilliği göreviyle Bandırma’ya çıkmıştır.)
Babam Bandırma’ya çıktığı zaman kasabadaki tüm Rum evlerinin Yunan bayraklarıyla donatıldığını görmüş, yaveri Yüzbaşı Selahattin ile şehrin komutanını çağırtmış, Yarbay Rafet’e “Burası Türkiye’dir. Burada tek bayrak dalgalanabilir, o da Türk bayrağıdır. Şimdi hemen harekete geçip şehirdeki tüm Yunan bayraklarını kaldırtacaksınız, karşı koyan olursa öldüreceksiniz, bu iş için size üç saat süre veriyorum. Haydi, görev başına!” demiş.
Öğleden sonra da camide yerli halka bir konuşma yaparak Bandırma’nın kıvılcımını ateşlemiş. Bu arada padişahlıktan paşalık ve başkumandanlık teklifleri yapılmış ve babam hiçbirini kabul etmemiş. Babam Bandırma’dan ayrıldığı gün komutan “Memlekette fitne çıkarıyor” diye İstanbul’a şikâyet etmiş.
İlhan Selçuk’un ‘Yüzbaşı Selahattin’in Romanı I-II’, Kemal Tahir’in ‘Yorgun Savaşçı’larında anlatılan kumandan ve Sebahattin Selek’in ‘Milli Mücadele/Ulusal Kurtuluş Savaşı I-II’ kitapları ve son çalışma olan ‘Miralay Bekir Sami Günsav’ın Kurtuluş Savaşı Anıları’, Muhittin Ünal’ın yazdığı kitap babamı anlatmaktadır. Babamın tuttuğu ‘Harp Cerideleri’ni Türk Tarih Kurumu’na hibe ettik.
Miralay Bekir Sami, Bandırma’dan başlayarak Ege Bölgesi’ndeki direnişleri örgütledi; sırasıyla 17. Kolordu Kumandanlığı, Antalya-Muğla Havalisi Kumandanlığı ve Kuzey Kafkasya Murahhaslığı görevlerinde bulundu. Bu döneme ait ‘Harp Cerideleri’, yaveri Yüzbaşı Selahattin (Yurdoğlu) tarafından tutuldu. Bu orijinal metinler; Ali Fuat Cebesoy, Rahmi Apak, Sebahattin Selek, İlhan Selçuk ve Muhittin Ünal’ın yapıtlarına kaynaklık etmiştir.
Sebahattin Selek’ten alıntıladığım şu satırları da aktarmadan geçemeyeceğim:
Aznavur isyanını bastırmak üzere sevk edilen kuvvetlerden bir alayın kumandanı olan Yarbay Rahmi Bey, 26 Mart 1920’de, kuvvetleri dağıldığından asilerin eline geçerek parçalanmış ve öldürülmüştü. Karısı ve üç çocuğu Bursa’da oturuyordu, 41 yaşında vatan uğrunda şehit olan ve kahramanlığı ile tanınmış Rahmi Bey’in uğradığı bu akıbet herkesi müteessir etmişti. Ailesi perişan bir vaziyette idi. Henüz Anadolu’da bir hükümet olmadığı için, bu şehit ailesine yaşama imkânını kendisini sevenler ve Müdafaa-i Hukukçular sağlayacaklardı. Nitekim bu maksat için beş bin lira toplandı ve Rahmi Bey’in ailesine verildi. Para toplamaya ön ayak olanlardan Topçu Yarbayı Emin Bey, 56. Tümen Yaveri Yüzbaşı Selahattin Bey’e gelerek şöyle dedi: “Rahmi Bey’in çocuklarına başlarını sokacak bir ev bulduk. Fakat bu ev altı bin küsur liraya alınabilecek, elde beş bin lira var. Eğer üstünü temin edersek iyi bir yardım olur”. Yüzbaşı Selahattin Bey durumu Tümen Kumandanı Albay Bekir Sami’ye anlattı. Bekir Sami Bey, kendisinden hesabı kitabı sorulmayan Kuvayı Milliye parasını kullanarak bu parayı verdi ve Selahattin Bey’e dedi ki “Şu Rahmi ne bahtiyar adammış. Öldükten sonra bile ailesini düşünen dostları var. Acaba biz öldüğümüz zaman buna nail olacak mıyız?” O günlerde 26 yaşında bir yüzbaşı olan Selahattin Bey kumandanını çok kuvvetli ve çok büyük görüyordu, kendisine şu cevabı verdi: “Beyefendi, siz öldükten sonra, yalnız arkadaşlarınız değil, milli tarih vazifesini görecektir”. Bekir Sami Bey’in gülerek yaverine verdiği cevap bir kelimeden ibaretti: “Görürüz”.
Mustafa Kemal Paşa tarafından muhtelif tarihlerde kendisine teşekkür mesajları yollanmıştır;
19.11.1919 tarihinde Ali Fuat Paşa tarafından yapılan mebusluk teklifini kabul etmemiş, 12.4.1920’de yapılan paşalık teklifini de “Böyle bir anda terfi etmeyi, musalla taşında miras taksiminden pay alma gibi çok ağır ve acı telakki ediyorum” diyerek kabul etmemiştir.
*****
İlk anılar. Ve elbette ki hocalar…
Fransızca bilmediğim halde Darüşşafaka’da beni altıncı sınıfa aldılar, benimle beraber altı kişi girmiştik, biri de Ali Kami Bey’in ablasının oğlu Berna idi. Sınıf epey kalabalık, aaa bir de baktım ki sınıf mümessili Kamil tıraş oluyor ve onun gibi birkaç kişi daha vardı.
Mektebin ilk günlerindeydi, Fransızca hocası beni kaldırdı Kamil, “Efendim o daha yeni geldi, Fransızca bilmez” demesine rağmen hoca, “Ben anlamam, gel şunu oku!” Ben, başladım Fransızca kitabını Türkçe okumaya ve bütün sınıf kahkahayla güldü bana.
Üsküdar’da bir Fransızca öğretmeni vardı, annem beni ona gönderdi, üç ay sonra ben sınıftakilerden daha iyi oldum fakat bu arada ikmale de kalmıştım. İmtihanda hoca, “Oooo çok iyisin” şeklinde beni övmüştü.
Yatakhanede yüksek atlayan Ziya ile karyolalarımız yan yana yatıyorduk. Mektebe daha yeni başlamışız, çocuğuz; o bana babasının nasıl öldüğünü anlatıyor, ben ona anlatıyorum, ağlaşıyorduk falan… Rıfkı Bey nasıl bir tokat patlatmıştı bize. Nöbetçi muavinlerimiz Rıfkı, Veli, Hilmi beylerdi, üçü de zehir zıkkım hocalardı; ufacık bir hata bile yapsan tokadı patlatırlardı.
Sıfırcı Mustafa hocamız kısa boylu, şişman, suratı kıpkırmızı, herhalde içerdi, bir âlemdi. Parmağımın yarısı kadar bir tarafı kırmızı bir tarafı mavi kaleminin kırmızı tarafıyla sıfır atarsa yandın, maviyle yazarsa ehhh…
Bir gün bizi imtihan ediyor… Mehmet’le ben de en ön sırada oturuyoruz, hoca meseleleri verdi; baktım, ulann bir tanesini biliyorum, diğerlerini bilmiyorum! Mehmet de çok kafalıydı, yavaşça Mehmet’ten kopya çektim, kâğıtları verdik. Hoca notları okuyor; bana 5, Mehmet’e 3 geldi, Mehmet, “Ulan Turhan sen benden kopya çektin, nasıl oluyor bu?” “Valla takdiri hoca verdi!”
Derslerde hocalardan korkumuzdan yanımızdakiyle bile konuşamazdık, öyle korkardık. Bir ‘İtalyan Necati’ arkadaşımız var, iki kelime İtalyanca öğrenmiş hava atardı. Bizim Necati sınıfın ortalarında oturuyor.. Derste, gaarrrhhh diye bir geğirmez mi? Sıfırcı şöyle bir baktı “Ulan eşşoğlueşşek gaz; ha yukardan ha aşağıdan, utanmıyor musun?”
Kimya dersimize Reşat Alasya da girdi ‘Çingene Reşat’ derdik ona, bir de ‘Tatar Yakup’ girerdi kimyanede deneyler yaptırırdı, bir arkadaşı kaldırmıştı, sual sordu; “Efendim ben biliyorum ama falan filan” derken “Ulan pilirim pilirim dersin de pir pok bilmezsin!” Oturtmuştu çocuğu, öyle bir adamdı.
‘Sakallı Celal’ denilen Celal Hoca bir tokat attığı zaman şimşekler çakardı gözlerimizde; enfiye çekerdi, hilafsız aşağıdan yukarıya sallandırdığı zaman 50, 60 cm uzunluğundaki mendilini açar; enfiyeyi “oohhh” diye çeker, sonra hapşırırdı.
Edebiyat hocamız Tahir-ül Mevlevi çok muhterem bir adamdı, katiyen kimseyi bırakmazdı. Sabahları derse gelirken onu karşılamak için büyük nizamiye kapısına giderdik; çünkü elinde şekerle gelir, bize dağıtırdı. Şekerleri kapışır yiyerek arkasından derse giderdik. Tahir-ül Mevlevi çok kafiyeli konuşurdu, başka sınıfta da bir Turan vardı. Çocuk devamlı gülermiş, bir gün gözlüğünün üstünden çocuğa bakarak “Turaaan, kör olsun seni doğuraaan” demiş. Hocamızın çok büyük eserleri vardı. Kendisi Mevlevi idi, onun bir Kelp (köpek) Tahir meselesi vardı;
“Hoca efendi bana kelp dedi
Adımız bizim Tahir’dir
Maliki mezhebim benim zira
İtikadımca kelp Tahir’dir” şeklinde verdiği cevap meşhurdur.
Dokuzuncu sınıftayken ‘Mantık Lütfü’den kaldım, cebir hendese dersinden beni dörtle bıraktı.
*****
Yangın vaarr! Yangın vaarr!
Atatürk’ün vefatında orta sondaydım. Dolmabahçe Sarayı’na gittik, aynı devrede Abdülhak Hâmit de ölmüştü, hiç unutmam; ufacık çocuğuz, bizi Fatih’ten Gayrettepe Zincirlikuyu’ya kadar taburla yürütmüşlerdi.
Fener yangını olduğu sırada yedideydik, Darüşşafaka’nın alt tarafı meyillidir. Aşağısı Fener olur, yangında üç yüz tane ev yandı, biz de seyretmiştik. Adamlar-kadınlar falan eşyalarını alıp bir tarafa yığıyorlar; kıvılcımlar lap o tarafa atlayınca insanlar eşyalarını öbür tarafa taşıyorlar, o zamanlar evler bitişik değildi, saha genişti; ona rağmen yangın oradan oraya atlamıştı. Yangın söndürmeye kırmızı arazözler gelmişti.
Mektepten kaçarken ‘bekâr yaylası’ndaki ıhlamur ağacına çıkıp atlardık aşağıya, dışarıda dolaşır gelir yine oradan girerdik. Şehzadebaşı’nda çok sinema vardı, tiyatrolar vardı. Biz tiyatroyu daha çok severdik, Kel Hasan, Naşit oradaydı. İsmail Dümbüllü, Üsküdar’a gelirdi. İsmail Efendi’nin ekibinde Komik Cevdet vardı. Aman yarabbi, Dümbüllü söyler, öteki cevap verir, müthiş gülerdik. Bir Şamran vardı 70-80 yaşında. Çizmeleri giyer “Yangın vaarr! Yangın vaarr! Ben yanıyorum, yetişin a dostlar tutuşuyorum” diye çıkardı sahneye, bir de Anjel vardı bir göbek atar sanki o göbek onda değil gibi öyle çok enteresandılar.
Kemal Baba 80-85 yaşlarında. Saç-bıyık bembeyaz, beyazlar giyinir, bir de bakarsın onu getirip sahnenin bir kenarına koyarlar. İsmail Dümbüllü yanında çocukla gelip önüne oturur, başlar okumaya. Güya Kemal Baba mezar taşıymış da çocuk mezar taşını görünce “Anne” diye korkup Dümbüllü’nün göğsüne yapışır oradan meme emerdi. Biz gülmekten bayılır yerlere yatardık. Ben Kavuklu Hamdi ile İsmail Dümbüllü hastasıydım, her cuma Üsküdar’da onlara giderdik, sinemanın önünde bir mızıka, davul dımbır dımbır çalar, seyirci toplarlardı. Yazın da sinemanın bahçesinde oynarlardı.
O dönemde sinemada izlediğim filmlerden aklımda kalanlar, Boris Karloff’un oynadığı Frankenstein filmi idi ki çok korkmuştuk, bir de Charlot’un Notre Dame’ın Kamburu filmini hiç unutamıyorum. Evimizin biraz arkasında kamp yeri dediğimiz yerde sirk olurdu, cambazlar, dönme dolap, kaydıraklar, palyaçolar olurdu. Bir de yarısı insan yarısı balık bir kız suyun içinde yatardı: ‘Şahmeran’. Arada bir kuyruğunu suya vurur; suları üstümüze sıçratır, aman Allahım çocukluk işte… Ağzımız açık bakardık.
*****
Bir futbolcu ağabeyimiz daha…
Ben ufaklıktan beri top oynardım, ilk mektebin birinci ikinci sınıfındayken mahallede yalınayak top oynardım, iyi futbol oynuyordum. Darüşşafaka’da da futbol, voleybol oynamaya başladım. Futbolda bir ‘Kör Galip’ tarafı vardı bir de benim Turhan Günsav tarafım vardı; karşılıklı maç yapardık.
Ben, Galip, Murat, Faruk iyi futbol oynadığımız için mektebe otomobiliyle bir hafta Beşiktaş menajeri, bir hafta da Galatasaray’ın Ragıp diye bir çocuk vardı menajeri; o gelirdi bizi almaya. Kim kaparsa onunla maça giderdik.
Maçlarımız Beşiktaş sahasında yapılırdı, o zamanlar Çırağan Sarayı’nın olduğu yer futbol sahasıydı, arka tarafta da Çırağan Sarayı’nın yanmış yıkıntıları vardı. Beşiktaş’ta Galip’le beraber oynadım, Darüşşafaka’dayken Mektepler Muhteliti’ne (İstanbul Karması) Murat’la beni aldılar ve Ankara Karması’nı 1-0 yendik. O bir golü de ben atmıştım. Lisedeyken mektepte okuyanlara lisans vermezlerdi; bu yüzden bizleri özel maçlara çıkarırlardı. Mesela bir keresinde Beşiktaş’tayken Beyoğlu Spor’la oynadık. Bizim takımda meşhur Hakkı, Şeref, bekte Baba Hüsnü, santrafta Dişlek Enver, Çengel Hüseyin vardı; biz onlardan küçüktük, çocuk olmamıza rağmen bizi oynatırlardı.
Yine bir gün Beşiktaş stadında Beşiktaş-Fener maçı vardı; Kör Fehmi, “Seni ikinci devre oynatacağım” dedi. Beni soyundurdular, yanımda Galip de vardı ama ben daha favoriyim o zamanlar, 7-1 yendiler Fener’i. Bir türlü beni maça sokmadılar, Saim diye bir çocuk vardı santrafor, o bile oynadı. Ben de kızdım, Galip’e: “Bir daha buraya adımımı atmayacağım!” “Ne yapalım?” “Hadi Galatasaray’a gidelim!” Ve Galatasaray’a gittik.
Galatasaray’ın şimdiki Ali Sami Yen Stadı’nın olduğu yerler bomboş dutluktu. Bir kısım yere ayrılmış iki tane kale, biz orada antrenman yapardık. Yolun karşı tarafında da birkaç tane baraka gibi tek katlı binalar vardı, o barakalarda giyinip soyunurduk. Bize, gidiş-geliş parası diye de iki buçuk lira verirlerdi. Galatasaray çok kuvvetliydi, orada santrafor olarak oynadım. Gündüz Kılıç Ankara’ya gidince onun yerine beni aldılar.
Antrenörümüz önce ‘Leblebi Mehmet’ti, sonra bir İngiliz getirdiler. (Mr. Veget.) O da kornerden gelen topa nasıl kafa vurulacağını gayet güzel anlatırdı. Galatasaray’da Kova Osman, Adnan, Faruk, Enver, Paytak Bülent, Mehmet, Ali vardı. Altı yedi ay kadar oynadım Galatasaray’da. Ankara’da Milli Küme maçları vardı, Fenerbahçe-Galatasaray maçında Fener’e Gençlerbirliği’nden gelen bek Ahmet bileğime bir tekme vurdu; ondan sonra ben topa vuramaz oldum, şimdiki gibi tedavi falan da yoktu. Bu tekme futbol hayatımı etkiledi.
Bizim yapabileceğimiz tedavi.. Düşerdik, kalkardık, ovardık, hamama filan gider sonra yine maça çıkardık. Ayakkabılarımız kabaralı, topumuz meşindi. Hele böyle kışta yağmurda suyu çekti mi ağırlaşır zor vururduk topa ama yine de kuvvetli şutlar atardık. Şimdikilerle kıyaslanınca ahh.. Bizler neler çektik.
1939’da onuncu sınıftaydık, Heybeli Ada’da bulunan Bahriye Lisesi ile bir maç yapıp onlara 3-1 galip gelmiştik, takımın başı olan yüzbaşı çok iyi futbol oynadığımız için benle Murat’ı Heybeli Ada’ya çağırdı. O zamanlar Fenerbahçe’de oynuyorduk, bize okulu gezdirdiler; işte burası cimnastikhane, burası yatakhane filan. Pazartesi günü gitmiştik, “Perşembe gelin elbiselerinizi giyin” dediler, tabii gitmedik.
Darüşşafaka bitince Yüksek Ticaret’e başladım; iki sene devam ettim, evlenince okulu bıraktım. Galatasaray’da oynama zamanım Darüşşafaka bittikten sonraki dönemdi, sakatlanınca futbolu bıraktım ve askere gittim, iki buçuk sene askerlik yaptım.
Askerliğimi Çanakkale’de yaparken bizim 7. Kolordu’nun futbol takımının başıydım. Çanakkale’de müstahkem mevkiler vardı, Ezine’de 61. Tümen gibi. Böyle birkaç tane birlik takımı; bu takımlarla maç yaptık ve bizim kolordu takımını şampiyon yaptım. Rahmetli kurmay albay sonra paşa oldu, Rasim Paşa maçlara gelirdi; beni bırakmak istemedi. “İlla seni burada nahiye müdürü yapacağız” dediler. İmtihana girdim, beni oralarda yakında bir yere nahiye müdürü yaptılar. Çocuğumuz da vardı, sonra ben o görevden ayrıldım ve eşimle beraber İstanbul’a geldik. 47’de İş Bankası’na girerek 75’te müdürlükten emekli oldum.
1948’de hem Mezunlar Cemiyeti’nin hem de Darüşşafaka Spor Kulübü’nün başkanlığını yaptım.