SELAHATTİN ÇİLLER

0
162

 

SELAHATTİN ÇİLLER

1941-1950

253 SALOMON

 

1947 yılının başları… TC Devleti’nin bütçesinde fazlalık olduğundan Darüşşafaka Lisesi kız kısmının yapımı için başbakanımızın 540 bin liralık bir çek getireceğini öğrendik. Müdür odasının önündeki avluda bütün öğrenciler toplandık, Başbakanımız Recep Peker avluya girdikten üç dört adım sonra İbrahim Kuloğlu ağabeyimiz “Yetimler yuvasına hoş geldiniz” sözüyle elini öpmek için eğildi. Başbakanımız el öpmesine fırsat vermeden ağabeyimizin iri gövdesini sımsıkı kucaklayarak “Siz, eşi benzeri bulunmaz yüce ulusumuzun, özverili halkımızın üstüne titrediği öz evlatlarısınız, has evlatlarısınız; kendinizi nasıl yetim sayarsınız?” deyip iki yanağından öptü.

Sahipsiz olmadığımız, halkımızın kolumuz-kanadımız olduğunu o gün daha da bilinçle öğrenmiş olduk.

Bizim ya da ana-babacıklarımızın bir iyi yönleri vardı ki o yuvaya kavuşabildik, halkımızın sevecenliğine sığınabildik. Hep iyi öğrenciler olmaya çalışarak bize verilen emeğe yakışır olmaya özendik.

Her okumuşa, “Sıralarımda okudunuz, ekmeğimi yiyorsunuz, özverilerimi kullanıyorsunuz. Bana borcunuzu niye hatırlamıyorsunuz?” demeye bile tenezzül etmeyen halka yakışır olmak kolay mıdır? Bunun bilincinde olan her Darüşşafakalı, halkımıza yakışır olmaya içtenlikle özenir. Kendimizi üç kere değil otuz üç kere borçlu sayarız. Bunu en yaşlı ağabeylerimizden en genç kardeşlerimize kadar hepsinde görürüz, yaşarız.

Aziz Nesin ağabeyimiz Antalya’daki bir açıkoturumda aynen şunları söyledi:

“Ben halkımıza olan borcumu ödeyebileceğimi düşünemem bile!”

Evet, Aziz Nesin ağabeyimiz kendini otuz üç kere değil yüz üç kere halkımıza borçlu sayan bir örneğimizdir, abartıyor muyum?

Halkımıza çok borçlu olduğumu belirtmek için ne zaman “Darüşşafakalıyım” dediysem karşımdakiler hep “Ooo! Sizler bambaşkasınız, Darüşşafaka bambaşka!” demişlerdir. Bu, 134 yıldan beri bu yuvanın yetiştirdiği halk çocuklarının erdemleriyle gerçekten kanıtladıkları bir yükümlülüktür; halka yakışır olmak, halkın çektiğini bilmek, hep ezilenden yana olmaktır.

Saygıdeğer ağabeylerimiz, sevgili kardeşlerimiz, halka borcumuzu ödemeye gücümüz yetmez ama o borca yakışır olmak hepimizin görevi, hepimizin yükümlülüğüdür. Başka türlü Darüşşafakalı olunmaz. Gözlerimizdeki yüreklerimizin sevecenlik dolu pırıltısını hep kullanalım. Özellikle de evlatlarımız, torunlarımız düzeyindeki en genç Darüşşafakalıların üstüne titremekten hiç mi hiç vazgeçmeyelim. Onların ‘Bambaşka’ oluşlarına yakışır olalım.

 

Hep veren, hep veren ama karşılığını istemeyecek kadar özverili, onurlu, erdemli halkımıza sevgiler, saygılar ve minnetler sunarım.

 

*****

 

 

Yıllar geçse de dayaklar unutulmuyor…

 

 

Hem yetim hem de öksüzdüm, on bir yaşımda babamı sonra da annemi kaybettim. Dolmabahçe’de oturuyorduk, bir tanıdık beni Darüşşafaka’ya gönderdi, 4. sınıftan başaldım. Yaradan hiç benim boynumu bükmedi, beni her zaman gözettiğine inanıyorum. Okulda bekâr kaldım, bekâr aylığı almazdım ama müdür muavinimiz beni gözetirdi; tatillerde dahi çünkü tatillerde de okulda kalırdım, gidecek yerim yoktu. Eğitim Enstitüsü’ne gittiğimde de Darüşafaka’dan geldiğim için beni gözettiler.

 

Derslerden matematikten kötüydüm fakat Türkçeye çok önem veriyordum. Metematiğe giren hocamız üstümüze düşüp bizi heveslendirmedi. Aslında benim Fransızcam da zayıftı, o sene dersimize giren Lebit İsfendiyaroğlu hocamız sınıfta “Bakın, Selahattin bu sene çalışıyor 6 aldı!” deyince aaa… O lafı duyunca ben bırakır mıyım hiç, bütün dersleri boşladım; Fransızca çalışmaya başladım sonra da sınıfın üçüncüsü olmuştum.

 

Tahir Nejat Gencan bambaşka bir öğretmendi. Darüşşafaka bitti, mezun oluyoruz; “Nereye gideceksin Selahattin” diyerek benimle ilgilendi. Ben de biraz kasılarak “Eğitim Enstitüsü’ne gideceğim hocam, Türkçe öğretmeni olacağım” dedim. Çünkü kendisi de aynı kaynaklıydı; şöyle geriye kaykıldı, gözlerini açtı: “A yavrum biz sizden şikâyetçi değildik, size beddua etmedik, dertsiz başınıza dert mi alacaksınız?” Öğretmenimiz böyle söyleyince bizler şaşırmıştık, hocamızı o kadar severdik ki niye yakındığını anlayamamıştık.

 

Rıfkı Hoca ufacık bir şeyimizi görse tokadı yapıştırırdı, ufacık çocuğuz yediğimiz tokadın acısı yüreğimize kadar otururdu. Uyarıverse ne olurdu? O tokadı atmaya ne gerek vardı? Bir gün yemek bitti, yemekhanenin kapısından koşturarak dışarı çıkıyorduk, kapıdan. Rıfkı Bey bir tokat bana, bir tokat ‘209 Salih’e; yani onun tokadını yemeyen yoktu. (Yıllar geçse de yenilen dayakların acısı yüreklerden silinmiyor.)

 

Müdür muavinimiz İhsan Tok abimiz üstümüze bambaşka titrerdi, üzerimize hiçbir saldırının gelmesine izin vermezdi.

 

Türkçe öğretmenimiz Nevzat Çağdaş sınıfa gelir ‘Kimsesiz Çocuk Remy’i okuturdu devamlı. Edebiyat filan yok, dilbilgisi yok hep o kitabı okurduk.

 

Cemiyet başkanımız Mim Kemal Öke, Atatürk’ün de doktorlarından biridir, okula her gelişinde dikkat ederdim hiç aklımdan çıkmıyor; şu kadarcık bir gülümseme yoktu yüzünde, çocuklara sevecenlik göstermezdi.

 

*****

 

 

İlginç bir sabır testi…

 

Fatih Halkevi’nden abiler gelip bize ciltçiliği öğrettiler ve ben de bir ciltçi kadar mükemmel cilt yapardım. Ayakkabı tamiri yapardım, fotoğraf da çekerdim fakat fotoğrafçılıktan Eğitim Enstitüsü’nde biraz para kazanmaya başlamıştım.

 

Balıkesir Eğitim Enstitüsü o yıl (1950) İstanbul’a gelecekti, tuttum ben de sınava orada girdim. Samimiyetle söylüyorum, sözlü sınavdan öğrencinin biri bağırarak çıktı. Ben de girdim, komisyondakiler “Oku!” dediler, başladım okumaya vırr vırr vırr konuşuyorlar; duruyorum, “Oku oku!” Tekrar başlıyorum, bunlar yine vırrr vırrr vırr duruyorum, ama bağırış çığrış yok önceki çocuğun uyarısı olmasaydı belki ben de kızardım. Meğerse deniyorlarmış, ne kadar dayanıklı, sabırlı, sınıfa girdiğinde o kadar öğrenciyle nasıl başa çıkabilecek diye. Ve sınavı kazandım, okul o sene İstanbul’a geldi, İstanbul’da okudum.

 

Öğretmenliğimi tamamlayıp emekli olduktan sonra eşim Mualla ile birlikte Darüşşafaka’ya başvurduk. En büyük arzum Darüşşafaka’da öğretmenlik yapmadan Allah’ın canımı almamasıydı. Darüşşafaka bizi kabul etti, Mualla ile beraber haftanın üç dört günü okulda kalarak bir yıl çocuklarımıza karşılıksız belletmenlik yaptık.

 

Biz belletmenken o dönemlerde çocuklar eylemlere girip başlarını derde sokuyorlardı, okuldan uzaklaştırılmalar oluyordu. Bir gün yüznumaraya girdim, duvarlarda, kapılarda kırmızı boyalarla “Rusya Afganistan’dan Defol!” yazmışlar, döndüm çocuklara “Şimdi bu sizinki eylem mi? Ruslar gelecekler, bu yazıyı okuyacaklar ve Darüşşafakalılar razı olmuyor diye Afganistan’dan çekip gidecekler, iş mi bu? Defolun dışarı, hınzır herifler, çıkın dışarı!” Ondan sonra çocuklar beni gördükçe “Hocam nasılsınız?” diye hep yanıma gelirlerdi, yaptıklarının yanlış olduğunu anladılar, böyle öğrenciye can kurban, büyüklerini dinlerlerdi.

 

 

Mualla Teyze anlatıyor…

 

Yatakhanede kız sınıflarına bakardım, sabahları yataklarına sinerler, beni beklerlerdi “Hadi civcivlerim, hadi yavrularım uyanın. Kalkın” dedim mi başlarını yataklarından civciv gibi çıkarırlardı, sonra bana “Biz bu sözleri duymak için sizi bekliyoruz öğretmenim” derlerdi. Belletmenlik yaptığımız sene Fatih’teki okulda kız öğrencilerin ilk mezun verdiği yıldı. (79-80)

 

Pazar günleri okulda bekâr kalan kızlarla beraber yemekhanede kendimiz açarak börek yapardık sonra da çayla yerdik.

 

Ben de öksüzüm, beş senelik enstitü mezunuyum. O zamanlar isteyen müracaat edip kurs öğretmeni olabiliyordu. Ben de kurs öğretmeni oldum, ilk tayinim Muş’tur. 50 senesinde eniştem beni yalnız göndermedi, onunla beraber Kurtalan’a gittik, oradan üç günde at üstünde Muş’a ulaştık. İdealimiz vardı, “Neresi olursa olsun çalışacağım” demiştim. Bir ay bile kalmadan eniştem beni Antalya’ya geri getirdi ama duramıyorum; çalışmak istiyorum. Bu sefer bir kadın akrabamla beraber tekrar Muş’a gittim ve beş sene çalıştım.

 

Selahattin, kardeşimin arkadaşıydı. Antalya’ya geldiğinde tanıştık ve evlendik. Selahattin ile evlendikten sonra başvurdum, ortaokul öğretmeni oldum ve o şekilde çalışarak emekli oldum.

Şimdi Ortaköy’de her ayın üçüncü Çarşambası 49’lular bir araya geliyoruz ve hepimiz bir anda 65 sene öncesine dönüveriyoruz. Ne kadar tatlı geliyor insana, çok hoş bir şey.

 

Yetimlerin yaşamı ‘ti’ye almak gibi bir yeteneği vardır, bir araya geldiğimizde hepimiz kah kah, kih kih dünyanın en mutlu insanları oluyoruz. Neden? Bildiğiniz gibi bir doğa yasasıdır bu; çınarın birkaç dalını budarlar sonra eskisinden daha gür yukarıya doğru neşeyle yükselir. Eee insanoğlu da işte böyle.

 

Darüşşafakalılık oradan mezun olmakla olmaz, çocuklarımızın her birinin üzerine düşüp onları sahiplenmeliyiz.

 

*****

 

 

(Tanıdığım en sevecen Darüşşafakalılardandır Selahattin Ağabey. Gözleri sevgiyle parıldar. Yüzünde her zaman bir sevgi gülümsemesi vardır. Gençlere çok değer verir, onlara sonsuz güvenir. 90’lı yıllarda dernek yönetimine girdiğimizde, o dönemin gençleri olan bizlere çok destek vermiştir.

 

Cemiyet genel kurullarını hiç kaçırmaz, katıldığı toplantılarda söz alır ve görüşlerini medeni bir şekilde sunar. Sıkı bir muhaliftir Selahattin Ağabey. Haksızlık gördü mü dayanamaz, isyan eder. Atatürk’e ve demokrasiye gönül vermiştir. Bizlere Darüşşafakalılığı aşılayan abilerimizin başında gelir. İyi ki onu tanıma fırsatı bulmuşum.)

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here