NURİ KIRMACAOĞLU

0
86

 

NURİ KIRMACAOĞLU

HONTÖ

1941 -1947

 

İstanbul Acıbademliyim, babamı 1936’da kaybettim. Aslında 1939 Samsun Çarşamba depreminde evimiz yıkıldığı ve babamız da daha evvelden vefat ettiği için Darüşşafaka’ya alınmaya hak kazanmıştım ama dördüncü sınıfı Çarşamba’da, beşinci sınıfı da İstanbul’da okuduktan sonra Darüşşafaka’ya altıncı sınıfta girdim.

 

6, 8, 9, 10 ve 11. sınıflarda hep ikmale kaldım ama hepsinde de geçtim. 6. sınıfta tabiat bilgisinden kaldım, imtihanda okul müdürümüz Hasan Fehmi Bey de vardı, sual ‘gelincik’ti. “Hangi gelinciği anlatayım?” deyince Hasan Fehmi gözüme baktı, “Hangisini istersen anlat!” dedi. Ben de evvela kemirgeni anlattım, sonra “Ötekini de anlatayım mı?” “Anlat!” dediler, onu da anlattım. Hasan Fehmi, hocaya döndü: “Siz bu çocuğu mu ikmale bıraktınız?”

Yedinci sınıftayken Rıfkı Bey ile bir akrabamız vasıtasıyla tanışıklığımız olmuştu, bunun üzerine Rıfkı Hoca ’17 Hikmet’ Abi’yi beni matematik çalıştırması için görevlendirdi, tabii ben de kaçamak yapıyorum. Bir gün beni sınıfın kapısında yakaladı, tokatı bir patlatıyor sağa yapışıyorum, bir patlatıyor sola! Onun özelliği; tokadı yiyince kaçmak lazım ama ailevi tanıdık olduğu için ben kaçamıyorum. Neyse hızını aldıktan sonra söyleyeceğini söyledi: “Bir daha Hikmet’i atlatmayıp derse gideceksin!”

Sekizinci sınıftayız, Hasan Fehmi matematiğe geliyor, ikinci derste imtihan yaptı. Sınıfımız 66 kişi, soruların cevaplarını 13 kişi yapmış. Ertesi derste “Kim bunlar?” dedi; ayağa kalktık, bize teşekkür etti oturduk. Sonra ikinci bir imtihan daha yaptı; sonuç önceki yapanlardan üç kişisi aynı 13 kişi cevaplamış soruları ben de içlerindeyim. Arkasından on beş yirmi gün sonra bir imtihan daha olduk ama imtihanı yeğeni Seyfettin yaptı, Seyfettin mektepte belletmen gibi çalışıyordu. Sualleri sordu, “Yapan çıksın!” deyince ben yarım saatte yaptım, bahçeye çıktım. Hasan Fehmi ikinci derste geldi: “Kim yaptı?” Ben elimi kaldırdım, nasıl yaptığımı sordu, anlattım “Olmaz öyle şey!” “Valla hocam ben yaptım, sonuç çıktı.” Biraz iddialaştık falan, meğer o ders Hasan Fehmi’nin bizi okuttuğu son dersiymiş. Ertesi ders Teknik Üniversite’de öğrenci olan bir abimiz dersimize gelmeye başladı.

*****

Hocam bana 10 veremezsiniz.

             Biz Hasan Fehmi ile cebire başlamıştık yani iki bilinmeyenli denklemleri çözüyorduk; bu abimiz de aritmetik yaptırtıyor, ödev hastalığı var. Her hafta ödev veriyor, kontrol ediyor, ben de yazı yazmayı sevmediğim için ödevleri yapmadım ve birinci dönem matematikten çaktım. Biz üç karne alıyorduk, ikinci dönemin sonuna doğru o abimiz dersi bıraktı, yine Hasan Fehmi gelmeye başladı derse. İmtihan yaptı, ben yine kendime göre çözdüm sualleri ertesi ders geldi notları okuyor. “329, 2!” dedi. Ben de sınıftan çıkarken hararetli bir şekilde arkadaşlarıma nasıl iki aldığımı anlatıyordum, Türkçe hocamız Ali Rıza Sağman (‘Çadırcı’ namıyla anardık) beni görmüş, şikâyet etmiş. Çağırıldım Hasan Fehmi’nin odasına o davranışım yüzünden. Yani bir hocanın yanında yüksek sesle konuşmaktan neredeyse disipline verilecektim, epey bir azarladılar beni.

 

Ertesi derste Hasan Fehmi tahtaya kaldırdı, iki sual sordu; takır takır yaptım, üçüncüyü sormadan ‘7’! “Sen tembellik edip birinci yazılıda 2 aldığın için sana fazla not vermiyorum, karnene 4 gelecek” dedi ve öyle de geldi. Sonra logaritma bahsine geçtik, logaritmadan da ben sınıfın en iyisiyim. Hasan Fehmi bizi logaritma yazılısı yaptı. Logaritma sorusu 4 puan, diğer sorular 3’er puan. Benim çözdüğüm logaritmayı çok beğenmiş, sonraki derste “329, teşekkür ederim 10!” dedi. Ben, “Hocam bana 10 veremezsiniz.” İtiraz ettim: “Niye?”, “Son sualde bir eksi hatası var da ondan!” İşte bu şekildeydik.

 

İstanbul Erkek Lisesi’nde devlet ortaokulu bitirme imtihanlarına gireceğiz, sınıfı iyiler ve zayıflar olarak iki gruba ayırdı, iyiler sekiz dokuz kişiydik. Bize “Aynen burada imtihan oluyormuş gibi arkadaşlarınıza kopya verip yardım edeceksiniz, bu dokuz kişinin her birinin gruplarından bir kişi 6 alacak olursa notunuzu kırar hepinizi ikmale bırakırım.” Artık imtihanda biz bastırıyoruz yaptırmak için, sonuçta bütün sınıf en aşağı 8 alıp geçmiştik.

 

Sekizinci sınıfta matematikten geçtim ama fizik ve tarihten ikmale kaldım. Tarihe Ali Rıza Bey geliyordu, başka bir aile dostumuz tarafından tanıdık hocaydı. Tarihten ikmale kaldığımı öğrenince ikmal imtihanına gitmeden önce Ali Rıza Hoca’yla karşılaştım. “Hocam size söz veriyorum; ikmal imtihanına kadar tarih kitabının yüzünü bir kere açarsam dünyanın en şerefsiz insanıyım, ikmal imtihanına gireceğim, sizden mevcut bilgimle 10 alacağım” dedim. Ödev yapmadığım için bırakmıştı beni. İkmale girdim, bütün sorularını bildim “Geçtin, 10!” dedi.

 

Dokuzuncu sınıfta geometriden ikmale kaldım, onu da imtihanda geçtim.

 

Erhan Yücel diye bir arkadaşımız vardı, çok güzel bez top dikerdi. Derste hoca soru sorar; bu, elinde top dikerken parmağını kaldırır cevap verirdi.

 

*****

 

 

Fen’e geçişim…

 

On birinci sınıfta fen şubesine geçmek üzere kırk kişilik sınıftan on beş kişi ayrıldık, matematik hocamızın Ömer Bego olacağını düşünüyorduk fakat ‘Mantık Lütfü’ geldi. Bizi görünce “Bu sınıf çok kalabalık! Kendine güvenmeyenler çıksın!” dedi ve ‘Mantık’ı görenler çıktı, biz sınıfta dört kişi kaldık. Çıkanlar ille beni zorluyorlar “Sen de çık. Gel, sen gelirsen ötekiler de nasıl olsa burada okumayacaklar, bizi bir yere gönderirler, orada okuruz” diye. Çünkü üç kişiye sınıf açılmıyordu ben çıkmadım ve sınıfı sağlayan öğrenci oldum.

 

Aslında ben tembeldim ama o günkü teamüle göre matematiği çok iyi anlayanlardan biriydim. ‘Mantık Lütfü’ kalanlarla “Şimdi bakalım siz ne yapıyorsunuz?” diyerek tahtaya bir şekil çizdi. Bana, “Şunu yap” dedi, o zamanlar fen kolunun geometri kitaplarında uzay geometri bahsinde ‘Seva Menalaus Apolonus Teoremleri’ vardı; bu teoremlere göre hoop çözdüm problemi. Bunun üzerine “Sen bu işi yaparsın” deyince fen sınıfında kaldım.

 

Aslında tembelim. ‘Mantık’, matematikten yazılı yapar boş kâğıt veririm. Yani iyi değilim ama hoca bana 6 verir, sorarım: “Hocam bana niye böyle veriyorsun? Ben çalışmıyorum, tembelim”. “Sen yaparsın bu işi” derdi ve bütün notlarım böyle 5-6 ortalamasında gitti. Sene sonunda cebir imtihanına gireceğiz, tutturdum “Ben imtihana girmeyeceğim”. Hoca: “Neden?” “Çakacağım hocam”. Hoca yüz tane sual vermişti “Baştakileri biliyor musun?” “Evet baştan on tanesini ezberledim, öbürlerini bilmiyorum”. “Peki türev alabilir misin?” “Almaya çalışırım”. “Gir o zaman imtihana”. Böylece girdim imtihana. Yüz sorudan ikinci suali çektim, yaptım sonra çok basit bir türev sorusu çıktı onu da yaptım: “Ne haber hacı bey? Çık 7!”

 

*****

 

 

“Yok, üçüncüyü de anlatacak!”

 

 

Çelik çomak hastasıydım, evde ayva ağacının sürgününden yaptığım çeliklerim vardı. Onları sobanın arkasında kurutup bir sene sonra kullanırdım. İki tarafı kalem gibi sivri, bir parmaktan biraz uzun çelikler… Çomağım cebimde çeliklerim pantolonumun cebinde futbol sahasında çelik çomak oynardık, lise son sınıftayım. Sahayı ben işgal ettim mi kimse maç yapamazdı. Reşat Alasya kimya dersimize girerdi, beni tahtaya kaldırır; çalışmadığım için hiçbir şey yapamam, gelir kafama yumruğunu vurur vurur. Kafamı tahtaya vurur, ondan sonra da “Git sen çelik çomak oyna sıfır!” der, ben de gider çelik çomak oynardım. Reşat Hoca da penceresini açar beni seyrederdi. Bir dahaki sefer yine kaldırır derse bu sefer hepsini bilirim, sıfırın üstüne bir çizgi çekerdi. Ama bunların acısını lise bitirme imtihanlarında benden çıkardı. Kimyaya girdim, sualler çıktı; baktım üçüncü soruyu hiç bilmiyorum. “Üç yok” şeklinde kafamla işaret ettim, birinci suali hemen yaptım. Mümeyyizler, “Hoca çocuk bildi, nasılsa 9’la gelmiş buraya, çıksın!” dediler, Reşat Hoca “Anlat” dedi, ikinciyi anlattım, mümeyyizler gene çıksın diyorlar, Reşat Hoca “Yok, üçüncüyü de anlatacak!” demez mi? Başladım anlatmaya ama takıldım, çünkü bilmiyorum: “7, çık!” Çelik çomakların gazabına uğradım.

 

Son sınıftayken ağabeylerimizden İhsan Tok (‘Kuru Kafa’ derdik) hocamıza -aynı zamanda müdür muavinliği de yapardı-, Çarşamba günü: “Hocam bu akşam gideceğim, yarın akşam da sinemaya gidip öyle geleceğim. İzin kâğıdı verirseniz”. “Yine mi sen? Nasıl gireceksin okula?” Ben de “Ya kapının üstünden ya da duvardan!” derdim ve Çarşambadan sinema biletimi alır Perşembe akşamı da Lale Sineması’nda filmin ilk gecesinde seyreder öyle gelirdim mektebe. Duvardan çıkar, incirden aşağı atlardım. Bazen de pencereden girerdim içeriye, fen sınıfı öğrencisi olduğum için bizim sınıf birinci katta ve gece yarısına kadar çalışırdı, fen kolundan yukarı çıkardım fark etmezlerdi.

 

*****

 

 

 Üniversiteyi tam 20 yılda bitiriyor…

 

 

Darüşşafaka bitince evvela Fen Fakültesi’ne kaydoldum ama çok başarısız olduğum için de fizik dersini olgunluk imtihanında dört seferde geçebildim. Fen Fakültesi’ne gidemedim, bu arada fizikten de geçmiştim. Ertesi sene Teknik Üniversite imtihanına girdim, kazanamadım. Ertesi sene aday kayıtlarının son günü tekrar Teknik Üniversite imtihanına girdim ve makine mühendisliğini kazandım. Üniversitedeyken Darüşşafakalı olduğum için Kızılay yardımı almaya hak kazandım. Üniversitede bana ‘Sulu Nuri’ derlerdi.

 

Üniversiteye girişimin yirminci yılında diplomamı aldım. İmtihanlardan dolayı mektepten atılma durumuna gelmiştim fakat o dönem Danıştay’dan sonsuz imtihan hakkı çıktı. Ben de bu hakla beraber çalışmaya başladım ve 21 Ekim 1951’de girdiğim üniversiteden 20 Ekim 1971’de çıkışımı aldım.

 

Darüşşafaka’nın lise olarak 55’e kadar olan bir de 55’ten sonraki kolej Darüşşafakası olarak 80’e kadar olan dönem mezunları çok başarılıydı. Kolej olduktan sonraki mezunlarımızdan İngiltere’de hazırlık okumadan üniversitelere kabul edilenler oldu. O dönemde yetişen Darüşşafakalılar İngilizceyi çok iyi öğrendikleri için iş hayatlarında çok başarılı oldular. 80’den sonraki şartlar, ekonomik bozulmalar okulun öğretim kadrosunu zayıflattı ve bu zayıflık maalesef çocukların üzerinde de olumsuz etkiler yaptı.

 

Mesela çok zoruma giden bir olay vardır. Kardeşim Aydın’ın okuduğu zamanda kütüphane müdürü olan Berhan Çavuş’un son yurttaşlık bilgisi imtihanında şöyle bir olay gerçekleşti: İmtihan fizik amfisinde yapılıyor, Aydın da ’87 Erhan’la beraber en arka sırada oturuyorlar. Erhan, kucağında kitapla kopya çekiyor; benim sınıf arkadaşım olan belletmen İbrahim Kuloğlu (rahmetli) gelip kardeşimin üstünü arıyor, halbuki çocuğun kitabı sıranın gözündeymiş. Dolaşıyor geliyor, bir daha arıyor falan ama bu arada Aydın aranırken Erhan da kitap kucağında habire kopya çekiyor. Kardeşim sıkılıp rahatsız oluyor, kâğıdını masaya bıraktıktan sonra kitabını sallaya sallaya çıkarken hoca “50, getir o kitabı buraya” diyerek bağırıyor. Başka bir çocuğu da kopyadan yakalamış, Aydın’a da kopya muamelesi yapıyor. İbrahim arkadaşım ya, evliydi; ailecek de görüşüyorduk. O akşam bize geldi olayı anlatıyor. “İşte Nuri, böyle böyle bir olay oldu, ben de böyle yaptım. Aydın kopya çekiyordu, ben ona müdahale bile etmedim, o benle sanki inatmış gibi kitabı sallaya sallaya çıkıyordu” filan. Ertesi günü kardeşime hesap sormaya paldır küldür okula gittim. Daha kardeşimi görmeden kapıda karşıma Ercan çıktı. “Abi, o senin arkadaşın ne adammış ya? Ben kucağımda kitap, kopya çekiyorum, o yanımda oturan Aydın’ı aradı, benim kitabımı görmedi. Bu kadar kötü bir insan” demez mi? Aydın’ın arkadaşlarıyla konuştum, hepsi aynı şeyi söylediler; gittim İbrahim’e “Sen benim arkadaşım değilsin. Seni tanımıyorum, benim İbrahim diye bir arkadaşım yok!” dedim. Fakat bitirme imtihanı, sınıfın hepsi geçiyor 8 alan yok, herkes 9-10 almış, bizimkiler kaldı. Berhan Bey olayı öğrenince hüngür hüngür ağlamış “Ben o pis herifin yüzünden bu iki çocuğun hakkını yedim” diye.

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here