ÖMER FAİK NUMANZADE

0
141

 

 ÖMER FAİK NUMANZADE

1883 – 1892

  

İstanbul Fatih Medresesinde (1882)

 

İstanbul’un merkezine yakın bir yerde Sultan Fatih’in yaptırdığı iki minareli büyük bir cami vardır ki adına Fatih Camii derler. Diğer büyük camilerin etrafın­da olduğu gibi bunun da etrafında medrese binaları var­dır, Bu medreseler vaktiyle ilmî bir maksat için yapılmış olsalar da bugün için tam manasıyla tembel, asker kaçağı ve ahlaksızlar yatağına dönmüş. Buraya her kim isterse gelir, bir vasıta ile girer, isterse okur, istemezse okumaz, keyfi bir şekilde istediği kadar kalır, devletten her gün yi­yecek alır, neticede medreseden, medrese ilimlerini oku­yup bitirdiğine dair icazetname alır ve Anadolu ve Rume­li’yi kemirmeye gider.

İşte böyle bir yerde okuyanlarından biri de beni bura­ya getiren dayım Osman Efendi idî. Dayım Kafkasya’dan hususi olarak tahsil maksadıyla geldiği için diğerlerine nispetle yine az çok okuyordu.

Bu medresede dayımla birlikte bir seneye yakın bir süre kaldım. Dayım her gün Fatih Camii’ne gidip ders alı­yordu. Ben hücrede tek basıma kalıyordum. Burada ne birlikte gezip oynayacak bir arkadaşım, ne de beraber okuyacak bir yaşıtım vardı. Gelişimden bir müddet sonra anneme şu satırları yazmıştım; “Dayım bana her gün bir parça Arapça ders veriyor ve kendisi camiye gidip gelince­ye kadar onu ezberlememi istiyor”.

 

Dayımın ezberlemeye mecbur ettiği bu ders ise benim için anlaşılmaz bir bela idi, “Nasara yensuru, nasran, nasırun, mensurun, lemyensur” gibi Arapça bir sürü sözü her gün ezberlemenin bence hiçbir cazibesi yoktu. Bir yıl önce köydeyken okuduğum Rusça da Arapça gibi yabancı bir dildi. Fakat hiç olmazsa “Petuşok potuşok/Zolotoy gre-beşok” (l) gibi sözlerin ahengini duyar, seve seve okur, istekle ezberlerdim. Bu Arapça sözlerden ise hiçbir şey anlamıyordum. Bütün gün akşama kadar yalnız oturup anlamadığım ve sevmediğim dersleri ezberlemeye çalışı­yordum. Çoğu zaman elimde kitap “Nasara, nasuru, nasa-rat, nasarata, nasarna” diye ezberlerken uyuyakalıyor, saatlerce öyle uyuyor, dersten gelen dayımın kızgın bîr şekilde ayağıyla dürterek uyandırmasıyla kendime geli­yordum. Bir yıl boyunca zorla sevmediğim dersleri ezber­lemek, bir yerde büzüşüp akşama kadar uyumak, oyunsuz, ışıksız, arkadaşsız yaşamak bende medrese hayatına karşı büyük bir nefret ve isyan hissi uyandırdı. Bu nefret yavaş yavaş beni buradan kaçmak, kurtulmak düşüncesi­ne gütürdü. Fakat nasıl ve nereye kaçabilirdim? Hiç bir yol, hiç bir yer bilmiyordum. Dersimi ezberledikten sonra uzun uzun düşünüyor, benim buraya gelmeme razı olmayan babama yazarak geri gitmek istiyordum. Fakat anne­min benim için beslediği umutları, çektiği zahmetleri, konu komşu karşısında utanacağını düşünerek geri git­meyi istemiyordum. Ayrıca bu bana da ağır geliyordu.

Bir gün dayımla birlikte Sultan Selim Camii’ne gidi­yorduk. Yolun kenarında geniş, güzel bir bahçenin içeri­sinde büyük, yüksek bir bina gözüme ilişti. Binanın bahçe kapısının parmaklığından çekine çekine içeriye göz attım. Baktım ben boyda ve benim yaşımda çocuklar gülüp oy­nuyor, koşturuyorlardı. Ah, burası ne güzel bir yerdi! Tam benim istediğim gibi! Meğer burası Darüşşafaka mektebi imiş.

 

Ertesi gün dayım camiiye gider gitmez ben de bir gün önce gördüğüm mektebe koştum. Kapısında saatlerce du­rup içeriyi seyrettim. Çocuklar oyunlarını bitirip içeriye girinceye kadar oradan ayrılmadım. Benim uzun uzun hasretle bakışım muallimin dikkatini çekmiş olmalı kî bana:

-Yavrum ne çok baktın, akraban filan mı var? dedi.

– Yok efendim. Bizim köy mektebinde de böyle oy­nardık, koşardık. Bunları görünce arkadaşlarımı, memle­ketimi hatırladım, diye cevap verdim. Aramızda şu ko­nuşma geçti:

-Yavrum memleketin neresidir?

– Kafkasya.

– Kafkasya mı? Buraya seni kim getirdi? Nerede ka­lıyorsun?

– Dayım getirdi, okumak için. Fatih medresesinde kalıyoruz.

– Okuyor musun?

– Evet, medresede Arapça okuyorum. Fakat orasını hiç sevmiyorum, memleketime geri dönmek istiyorum.

– Neden memleketine gideceksin? Dayına söyle seni buraya versin. Burada okumak ister misin?

   – İstemez olur muyum? Ama dayım beni buraya ver­mez. Hem verse bile beni buraya alırlar mı?

– Niçin almasınlar yavrum, burası senin gibi garipler ve yetimler içindir.

 

Muallimle aramızda geçen bu konuşma üzerine içim­de bir ümit ve sevinç uyandı. Düşüne düşüne medreseye döndüm. Ancak geç kaldığım için dayımın yanına nasıl gi­deceğimi, ne diyeceğimi bilmiyordum. Çekine çekine kapıyı yavaşça araladım. Dayım beni görür görmez;

– Şimdiye kadar hangi cehennemde idin? diye bağır­dı. Ben dayımın kızgınlığını görerek kendimi dışarıya atmak isterken o daha çabuk davranarak kulağımdan yakaladı ve bir iki de sille indirdi.

Bu olaydan sonra artık ne ders ezberliyor, ne de med­resede duruyordum. Dayım camiye gider gitmez ben de o mektebin kapısına geliyor, içeriye hasretle bakıyor ve dayım anlamasın diye erkenden geri dönüyordum.

Bir perşembe günü yine oraya gitmiştim. Çocukların gruplar halinde güle oynaya kapıdan çıktıklarını gördüm. Hepsinin üzerinde yeni siyah elbiseler, kollarında yeşil şeritler, konuşa konuşa evlerine gidiyorlardı. Bir grubun arkasından bizim medresinin yakınına kadar yürüdüm. Ayrılacağım vakit talebelerden biri sordu:

– Arkadaş ne çok baktın, bizi birine mi benzettin?

– Hayır, burada kimsem yoktur. Sizin elbiseleriniz, konuşmalarınız hoşuma gitti de..,

– Burada niye kimsen yoktur, dışarıdan mısın?

– Evet Kafkasyalıyım.

– Nerede okuyorsun?

– Medresede. Fakat orasını hiç sevmiyorum, ayrıl­mak istiyorum.

– Gel bizim mektebe?

– Beni hiç oraya alırlar mı?

– Niçin almasınlar.  Bizim aramızda Kafkasyalı ve Türkistanlılar da var. Sizi daha çabuk alırlar. Dayına söyle bir dilekçe yazsın, müdüre versin.

-Dayım beni medreseden ayırmaz. O mektebe git­memi hiç istemez,

– O halde yarın sen kendin gel, müdürü gör. Kafkas­yalı olduğunu söyle, rica et, belki kabul eder,

Aramızdaki bu beş on dakikalık konuşmadan sonra ayrıldık. Fakat hayalim onlardan hiç ayrılmıyordu, O ge­ce sabaha kadar uykumda da mektebi sayıkladım. Zaten ortada boş ümit ve sayıklamadan başka ne olabilirdi! Bu­nunla birlikte bu boş ümit ve hayaller, gözüme baykuşlar yuvası gibi görünen medresede benim için güzel, tatlı bir avuntu idi.

Sabah olur olmaz dayım camiye ben doğru mektebe! Kapıda durup içeriye bakmaya başlayınca dünkü talebe­lerden biri benî tanıyıp seslendi.

– Hey Kafkasyalı ne duruyorsun, dilekçen hazır mı?

– Hayır kime yazdırayım? dedim.

– Burada dur. Beni bekle. Bakayım müdür bey mek­tepte mi? deyip gitti. Biraz sonra sevinerek geldi.

– Şansın varmış, müdür bey bahçede geziyor, dedi.

Defterinden bir yaprak koparıp benim, babamın adı­nı, nereli ve kaç yaşında olduğumu, nerede oturduğumu yazıp gitti. Beş on dakika sonra yazdığı dilekçeyi bana uzatarak;

– Utanıp sıkılma, doğruca götür müdürün kendisine ver, dedi.

 

Ben götürüp dilekçeyi müdüre verdim. Müdür iyice okuduktan sonra bana çeşitli sorular sordu:

– Demek bizim hemşerisin. Burada hiç kimsen yokmu?

– Sadece dayım var.

– Necidir, nerede kalıyor?

– Talebedir. Fatih medresesinde kalıyor.
-Yakında imiş. Git çağır yanıma gelsin.

– Dayım bilse beni mektebe bırakmaz ki…

– Peki ondan izinsiz mi geldin?

– Ne yapayım, o beni hiç medreseden dışarıya çıkar­mıyor.

– Ondan izinsiz doğru olmaz. Sen git çağır ben onu razı ederim.

 

“Baş üstüne” deyip gittim. Fakat dayıma nasıl söyle­yeceğimi bilemiyordum, iyice düşünüp taşındım, sonunda cesaretlenip, mektebe gitmek istediğimi, müdüre dilekçe verdiğimi çekine çekine anlattım. Dayım başını iki yana sallayıp “La havle vela kuvvete illa billah” okuyarak:

– Hele şunun ettiği halta bak! Anan seni medreseye molla olmaya gönderdi, mektebe girip oynamaya, kafir olmaya  değil!  diye  bağırdı.  Ben  artık  iyice  cesaretlenip karşı durdum:

– Ne olursa olsun artık medresede durmayacağım. Arapça okumayacağım, Mektebe verirseniz okurum, yoksa kaçıp memlekete gideceğim. Müdür bey şimdi sizi bek­liyor; belki merhamete gelip beni kabul edecek. Yalvarı­rım buna mani olmayın! dedim.

Bu ilk ve kesin karşı koyuşum dayımı düşündürme­ye, yumuşatmaya başladı. Bu defa önceki gibi kızmadı. Başını biraz sağa sola salladıktan sonra karşı odadaki ar­kadaşının yanına gitti. Bir müddet orada kaldı. Bense böyle güzel bir fırsatı kaçıracağıma hayıflanıp kızgınlı­ğımdan ne yapacağımı bilmiyordum. Dayım epey sonra arkadaşıyla birlikte geldi ve bana;

– Gidip görüşelim bakalım müdür bey ne yumurtlayaçak? dedi.

Gidip müdürün yanına girince aralarında söyle ko­nuştular;

– Efendi hoş geldiniz. Yeğeniniz burada okumak isti­yor,  Kabul ederseniz Kafkasyalı olması  sebebiyle kabul edeceğiz. Mademki okumaya hevesi var, bırakınız okusun,

– Beyefendi yeğenim İstanbul’a medresede okumak ve molla olmak için gönderilmiştir. Fakat medresede okumaya hiç hevesi yok. Hele bu son günlerde hiç kulak asmı­yor. Ben de şaşırıp kaldım, ne edeceğimi bilemiyorum.

– O halde bırakınız burada okusun.

– Ne diyeyim beyefendi, madem ki bizim yanımızda okuyacağa benzemiyor, bari burada okusun. Ben de olup biteni memlekete yazarım, dedi.

*****

 

Darüşşafaka Mektebi (1883 – 1891)

 

Sultan Selim Camiinin yakınında, “Altınboynuz” denilen Haliç körfezine hakim bir noktada geniş bir bahçe­nin içinde yüksek, büyük, dört katlı bir yapı… Darüşşafaka mektebi. Bu mektep özerk idaresi, iç nizamı ve ders programından başka dış güzelliği ve görkemi ile de başka mekteplerden ayrılır. Baykuşlar, avareler yuvasından kurtulup böyle bir mektebe, bir ilim ocağına kabul edil­mek benim için yepyeni, aydınlık bir dünyaya girmekti. İlk gün benim için en büyük bayram, en sevinçli gün oldu. O gün üzerimdeki molla elbisesini çıkarıp yeni mektep el­bisesi giydirdiler. Birinci sınıftan başlattılar. Sınıfa girer girmez talebeler bal arıları gibi etrafımı sarıp nereli oldu­ğumu, hangi mahallede yaşadığımı, adımın ne olduğunu sordular. Ben haddinden fazla bir sevinçle ne dediklerini de pek duymayarak “Kafkasyalıyım” deyince hepsinin yü­zünde bir sevinç, bir hürmet duygusu açmaya başladı. Sonradan anladım ki Kafkasyalıları garip ve kendilerine misafir olarak kabul ediyorlarmış. Sınıftakiler çoğu benim yaşımdaydı. Burası benim için rüyamda bile göre­meyeceğim kadar hoş, güzel, mübarek bir yerdi. İlk gün­den kendimi sanki köyümdeki arkadaşlarımın, kardeşle­rimin arasında hissettim. Herkes, her taraf, her şey yüzüme gülüyor, her ses bana ümit ve teselli veriyordu.

 

Biraz sonra zil çaldı, ikişer ikişer dizildik. Birinci kattan ikinci kata, teneffüshaneden dershanelere çıktık. Birinci ders Türkçe okuma dersi idi. Okuduğumuzun ta­mamını anlıyor ve seve seve okuyordum. Bir saat sonra yine zil çaldı, çıktık. Biraz dinlendikten sonra ikinci ola­rak matematik dersine girdik. Bu bana biraz zor gelmekle birlikte yine de anlıyordum. Üçüncü ders olan yazı dersin­den sonra yine zil faldı, büyük teneffüse çıktık. Dersler benim için yeni olmakta beraber kolay ve ilgi çekici idiler.

Uzun teneffüsten sonra yine zil çaldı. Yine ikişer ikişer dizilip alt kattaki yemek salonuna indik. Burada her sınıfın, her öğrencinin kendisine ait bir yeri vardı. Herkes için bıçak, çatal, kaşık ve boş tabak konulmuştu. Masanın ortasında dilimlenmiş ekmek ve içleri yemeklerle dolu kaplar vardı. Nöbetçi öğrenciler yemekleri paylaştırdık­tan sonra hepimiz birden yemeğe başladık. Beş altıyüz öğrencilik bîr yerde ne bir ses vardı ne de gürültü oluyor­du. Yemekten sonra ellerimizi sabunla yıkayıp bahçeye çıktık. Kimimiz iskemlelerde oturuyor, kimimiz de yavaş yavaş geziniyorduk. İki üç saat sonra büyük sınıfların ta­lebeleri kendilerine mahsus jimnastik aletleri üzerinde acayip acayip hareketler yapmaya başladılar Küçük sınıf­lar ise top ve başka oyunlar oynuyorlardı. Büyük bahçe­nin her tarafını top ve koşuşma sesleri, talim marşları, sevinç kahkahaları doldurdu. Gün batımına doğru çalan zil sesi her sınıfı kendi yerinde sıraya dizilmeye çağırdı. Sınıflar birbirinin arkasından mektebin alt katındaki musluklara gidip abdest aldılar ve dinlenme odalarına çe­kildiler. Biraz sonra duyulan akşam ezanı her sınıfı yine sıra ile camiye topladı, imama uyarak akşam namazını kıldık. Namazı kıldıktan sonra yine sıra ile üçüncü katta­ki mütâlâa odalarına çıktık. Üç saat kadar derslerimizi mütâlâa île meşgul olduk. Medrese derslerine göre bunlar benim için birer eğlence idi. Mütâlâadan sonra yatsı na­mazını da cemaatle kıldık. Geniş ve uzun merdivenlerden dördüncü kattaki yatak odalarına çıktık, burada her öğ­renci için temiz bir yatak ve bir dolap vardı. Bana numa­ra sırasına göre bir yatak verdiler. Benim mektepteki nu­maram 19’du.

 

Sabahleyin erkenden arkadaşlar beni zorla uyandır­dılar. Benim hiç böyle erken kalktığım yoktu. Gözlerimi oğuştura oğuştura yine herkesle birlikte sıraya girip en alt kattaki muslukların bulunduğu yere indim. Ortalık aydınlanmaktaydı. Abdest alıp sabah namazını yine ce­maatle kıldık. Namazdan sonra biraz bekleyip sabah kah­valtısını yaptık.

İkinci gün yine her şey bir gün önceki gibi tekrar edildi. Kısa zamanda mektebin yaşayışına ve sınıf arka­daşlarıma alıştım. Onlarla birlikte oynuyor ve çalışıyor­dum. Burada köydeki arkadaşlarımı, kardeşlerimi daha az arıyordum.

Mektep yatılı idi. Bütün hayatımız mektepte geçiyor­du. Ancak haftada bir kez, Perşembe gecesi bütün talebe­leri bir günlüğüne ailelerinin yanına gönderiliyorlardı. Ben de ara sıra gündüzleri dayımın yanına memleketten haber almaya gidiyordum. Sınıf geçmek, mektebi bitirmek, memur olup memle­kete gitmek, annemi, babamı, bacı ve kardeşlerimi görmek düşünceleri ile okuyor, her yıl sınıfımı geçiyordum. Mektebin elbisesi, yemekleri, düzen ve tertibatı, dersleri, abdest ve namazı, her şeyi hoşuma gidiyordu. Beşinci sı­nıfa kadar, okuduğumuz din derslerine önem veriyor, din hakkında söylenenlere yürekten inanıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyordum. Arapça derslerini anlayarak, istekle ez­berliyordum. Arada bir medreseye dayımın yanına gitti­ğimde annem ve babamdan gelen mektupları okuyor, ce­vaplarını yazıyordum. Annem ilk yıllarda Darüşşafaka mektebine gittiğim için bana dargın gibiydi. Fakat ben yazdığım mektuplarla, türlü türlü diller dökerek onun gönlünü alıyordum. Burada da medresede olduğu gibi Arapça okuduğumuzu, namazı vaktinde cemaatle, hatta sabah namazlarını bile vaktinde imamla mescitte kıldığı­mızı, her iş ve yaşantımızın şeriatın emirlerine uygun ol duğunu uzun uzadıya yazıp anlatıyordum. Dördüncü sı­nıfta iken anneme, babamın ölümü üzerine şu mektubu yazmıştım:

“Hasretini çektiğim dertli anneciğim,

Babamın ölümü sanki beni de öldürdü, Gözle­rim kararmış, yüreğim sönmüş, beynim donmuş gibidir. Azgur’dan ayrılırken babamı göremediğimi her hatırlayışımda kendi kendime diyordum ki, okulu bitirince gider babamla görüşürüm, karşılıklı hasret gideririz. Şimdi ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Yazık ki ümitlerim boşa gitti! Ağlıyor, ağlıyor, düşünüyor, sonunda kendimden geçiyor, neden sonra kendimi topar­layabiliyorum. Babamın hasretini de annemden alırım diyorum. Bu ümitle yüreğimi biraz olsun ferahlatabiliyorum. Canım annem, sen sağ ol! Bilirim ki sen bizden daha fena bir durumdasın, fakat çare ne? Ne olursa olsun sabretmek gere­kir. Sen sabredip rahatlarsan biz de rahat olu­ruz. Hiç değilse bize acıyarak kendini daha fazla üzmeyeceğini umarım. Şimdi ailenin bütün yükü senin üzerine kalmıştır. Babamızı hayırla yed ettirmek ve bize cesaret verip çalıştırmak senin sabır ve büyüklüğüne kalmıştır. Yine sık sık yazarım anneciğim.

Oğlun Ömer İstanbul, 10 Eylül 1887”

 

Beşinci sınıfa geldiğimde fizik, kimya, kozmografya, jeoloji derslerini hevesle okumaya başladım. Bunun yanı sıra padişahın emri ve mektep idaresinin kararı ile Arap Edebiyatı adı altındaki din dersleri eski önemini koruma ya devam ediyordu. Arap Edebiyatını meşhur alimlerden Kafkasyalı Halis Efendi veriyordu. Bununla birlikte daha altıncı sınıftayken bende dinin emirleri ile fen kanunları­nı birbirleriyle karşılaştırmak fikri ve cesareti uyandı. Dinî naslara karşı şüphe duymaya boşladım. Muallimi­miz Emil Lakova’nın Fransızca olarak verdiği elektrik bahsi, Salih Zeki’nin riyaziyat ve fiziği, müze müdürü Hamdi Bey’in jeoloji ve kimya dersleri bize tabiat kuvvet­lerinin yaratılıştaki rollerini sağlam bir surette öğretti ve zihnimizde uyanan şüpheleri gittikçe arttırmaya başladı. Hele tarih muallimi Binbaşı Şevki Bey’in umumiyetle cahil, kültürsüz idarelerin, özellikle Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp parçalanacağına dair yürüttüğü tarihi-içtimai muhakemeler ve getirdiği misallerin idare ve din husu­sunda beynimize yerleşmiş olan eski fikirleri, asılsız bilgi­leri kafalımdan atmakta büyük yardımı oldu.

Yedinci sınıfta artık “Allah dünyayı altı günde yok­tan var etti, göze görünmeyen cin ve melekleri halketti, alemi birden bire yarattı, Kuran’ı gökten indirdi” gibi dinî bilgilere şüpheyle bakıyorduk. Böyle düşündüğümüz için de namaza gitmiyor, gittiğimizde de namaz kılanları güldürüyor, namazlarını bozuyorduk. Sekizinci sınıfta ise abdestsiz namaz kılmaya mecbur olduk! Çünkü kılmayan büyük bir suç islemiş gibi dayağa çekiliyordu. Bu yüzden dine ve ibadete karşı olan görüşlerimizi gizli tutmaya ça­lışıyorduk. Son sınıflarda sadece din ve ibadet değil mek­tebin idare usulü, ders programları, müdür ve öğretmen­lerin tavırları da bize ağır ve kaba görünmeye başladı.

 

Alt sınıflardayken buranın düzen ve usulünden, ders­lerinden, müdür ve öğretmenlerinden ne kadar hoşlanıyorduysam, son yıllarda bir o kadar nefret ediyordum. Mektep idaresi, kaba bir askerden başka hiç bir değeri olmayan Trabzonlu Hüseyin Paşa ile ilim ve pedagojiden haberi olmayan bir takım cahil hocaların keyiflerine bıra­kılmıştı. Mektebin mütevelli heyeti bunların, bu padişah hafiyelerinin karşısında aciz ve nüfuzsuz idiler. Mektebin kendisine ait bir mescidi, imamı olduğu halde bir küçük kütüphanesi yoktu. Talebeler ağır bir dil ve eski usul ile yazılmış ders kitaplarından başka bir şey görmezlerdi. Talebenin toplum ve sosyal hayatla alakası tamamen ke­silmişti. Öğrencilik hayatı yüksek duvarlarla çevrilmiş mektep hayatından ibaretti. Büyük mekteplerle, özellikle inkılapçı tabaka ile münasebetimize engel olunur, sosyal ve siyasi fikirlere ise katiyen göz yumulmazdı. Yeni edebi­yattan haberimiz olmasını istemezlerdi. Bu yüzden mek­tebe gazate ve dergi getirilmezdi. Haftada bir defa dışarı­ya çıktığımız zaman elimize geçen yeni eserleri hasret ve hayranlıkla okurduk. Meşhur inkılapçı edip Namık Kemal Bey’in basılmamış eserlerini, özellikle padişaha karşı yazdığı hiciv ve tenkitlerini mektebe getirir, gizlice ezberlerdik. Edebiyatçılar içerisinde an çok Namık Kemal Bey’i beğeniyorduk. Bu sırada eski-yeni edebiyat tartış­malarında yeninin baş müdafii olan Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Tevfık Fikret ve diğerleri ile es­kinin taraftarları Muallim Naci ve Hacı İbrahim’in yazıla-rını merakla takip ediyorduk.

 

Sekizinci sınıfta talebe ile inzibat heyetinin arası iyi­ce açıldı. Müdür ve memurların keyfî hareketleri arttıkça talebenin karşı koyma kuvveti de artıyordu. Bu durum büyük sınıfların halden hoşnut olmayan talebeleri arasında bir grup oluşmasına sebep oldu. Bu grup el yazısı ile bir mektep gazetesi neşretmek tecrübesine kalkıştı. Bu gazetede mektep idaresi, müdür ve memurlar aleyhinde şiddetli yazılar yazıldı, şikayetler dile getirildi. Gazete yavaş yavaş büyüdü, mektep ve idare heyeti kararlarını, ders programlarını tenkide haşladı, 5. ve 6. sınıflarda Arap Edebiyatı adı altında okutulan din derslerinin lüzumsuzlugu isbata çalışıldı. Gazete kısa süre içeresinde talebeler arasında büyük bir heves ve ilgi uyandırdı; Ayda bir çıkarken haftalık olarak neşredilmeye başlandı. Genç beyinlerdeki heyecanlar, hoşnutsuzluklar gazete sütunlarında kuvvetli şiirlerle dile getirildi. Sanki Kemal Bey’e nazireler yazılıyordu. Gazete mektep ve hükümet idaresi aleyhinde tam manasıyla güçlü bir propaganda faaliyeti yürütüyordu.

Mektep idarecileri ile talebeler arasındaki düşmanlık git gide arttı. Günün birinde büyük sınıfların talebeleri yatakhane anahtarları ve kurşun kalem bıçakları ile mü­dür ve memurların üzerine hücum ettiler. Müdür kaçıp odasına saklandı. İsyancılar o derece kızmış, ve canların­dan bezmişlerdi ki her şeyi göze almış, müdürün kapısını kırmaya çalışıyorlardı. Bu kapıdan ancak yakın karakol­dan yardıma gelen askerlerin süngüleri karşısında geri çekilmeye mecbur oldular.

Bu küçük mektep isyanını tahkik ve asileri cezalan­dırmak için mektepte bir soruşturma heyeti kuruldu. Bu isyana asıl mektep idaresi sebep olduğu halde o temize çıktı, top talebelerin, güçsüzlerin başında patladı. 7. ve 8. sınıfın bir çok talebesi suçlu sayılarak her birine 40-50 so­pa vuruldu, her biri iki üç ay hücreye atıldı. Dayaktan sonra yarım saat kadar yerimden kalkamadım. Kalktık­tan sonra da dosdoğru hücreye gönderildim. Bu hücre ak­lıma geldikçe hala tüylerim ürperiyor.

Hücreler mektepte tuvaletlerin yanına yapılmış kü­çük bölmelerden ibaretti. Bu hücrelerin her biri bir suçlu­ya ayrılmıştı. Hücrenin yüksekliği adam boyunda, eni ve uzunluğu ancak bir adamın oturup uyaklarını uzatabile­ceği kadardı. Buralara döşek değil adi bir hasır bile serilmemişti. Buradakiler yemek nedir bilmez, kuru ekmeği bile doyuncaya kadar yiyemezlerdi. Kapının üzerinde su ve ekmek vermeye, hava almaya mahsus bir delik vardı. Işık denilen nesne hiç görünmezdi, gece ve gündüz aynıy­dı. Ben bir ay yatıp çıktıktan sonra ayakta duramıyor, yü­rüyemiyordum. İki ay kadar hastanede yattım. İki üç ay hücrede kalıp sağ çıkan arkadaşları ise tanımak mümkün değildi. Çoğunun vücudu erimiş, kurumuştu.

Hücrede iken düşünüyordum: Müdüre karşı çıkan bir talebeye bu kadar eziyet edilirse bir nazırın veya padişahın karşısında duran inkılap kahramanlarına yapılan iş­kence nasıldır?

Bu olay olduğunda okulu bitirmemize fazla bir za­man kalmamıştı. Diplomalarımızı alıp okuldan ayrıldık. Ayrılmadan birkaç gün önce de padişah tarafından bütün talebelere verilen bir ziyafete katıldık. Bu ziyafet boş yere verilmişti: Sultan Abdülhamid cahil halkın gözlerine çek­tiği mukaddes halifelik perdesini yırtıp altındaki çirkin re­zaletin üzerini açacak kuvvetli ellerin bir kısmının da mektepliler olduğunu ve olacağını çoktan sezmişti. Sezdiği için de bunlara karşı iki yüzlü siyaset güdüyordu. Bir ta­raftan yılda iki defa (Ramazanda ve Hıdrellezde) bütün mektep talebelerine kuzu pilav yediriyor, mezun olanlara madalya dağıtıyor, diğer taraftan ise memleketin gelecek rehberleri olan genç neslin kemiklerinden Beşiktaş, Çırağan sarayları için denizaltı rıhtımları yaptırıyordu.

(1) “Horoz horoz/Altın ibikli horoz” anlamında bir tekerleme. (Hz.)

 

*****

 

 

“Ömer Faik Numanzade Ağabey, 1872 yılında Kafkasya’a, Gürcistan’a bağlı bulunan Ahıska’da doğmuş. Annesi, okuyup molla olmasını istiyormuş. Bu amacına ulaşabilmek için, babasının karşı çıkmasına rağmen, İstanbul’da, Fatih’te medrese eğitimi alan dayısı ile birlikte 1882 yılında İstanbul’a yollamış.

 

            Yukarıdaki anılarında da anlattığı gibi, kendi istek ve çabası ile 1883 yılında Darüşşafa’ya girmiş. 1893 yılında mezun olduktan sonra Galata Postanesi’nde görevlendirilir. Buradaki görevi, Avrupa’dan gelen yayınları incelemek ve bunların içerisinde Osmanlı Devleti ve II.Abdülhamit aleyhinde olanları ayırarak müdüre vermektir. O ise, burada daha çok bu yasak yayınları okumayı tercih eder. Yakın arkadaşları biraraya gelerek, bu yayınları okuyup, “Ne olacak bu memleketin hali” diye tartışmaktadırlar.

 

            Bu durum Adbülhamit’in hafiyelerinin gözünden kaçmaz ve bir gün apar topar kendini Rusya’ya giden bir gemide bulur.

 

            10 yıl aradan sonra memleketine dönen Ömer Faik Numanzade Ağabey’in büyük idealleri vardır. Kafkasya’da Türklere yönelik bir eğitim seferberliği başlatır. Türkçe’nin yabancı dillerden arındırılması için çaba sarf eder. Türk okulları açar, Türkçe gazete çıkartır. Halkı Çar’lığa ve Osmanlı’ya karşı örgütler.

 

            Sovyet devriminden sonra, 1918 yılında Gürcistan’dan müslüman halkın temsilcisi olarak meclise girer. Ancak, o yıllarda Türk ve müslüman ahaliye karşı başlatılan kampanyalara karşı çıkarak, ciddi bir muhalefet yürütür. Bu muhalefeti yüzünden Türk ajanı olmakla suçlanır ve Gürcistan’dan ayrılmak zorunda kalır.

 

            1921 yılında Gürcistan’da Sovyet hakimiyetinden sonra tekrar ülkesine döner. Ancak Ömer Faik Numanzade Ağabey tam bir muhalefet adamıdır. 1927 yılında emekli oluncay dek pasif görevlerde çalıştırılır. 1937 yılı Temmuz’unda ise “devrim düşmalığı” ile tutuklanır. Pek çok işkenceye maruz kaldıktan sonra aynı yıl içerisinde 17557 numaralı mahkum olarak kurşuna dizilir.

 

            Ömer Faik Numanzade Ağabey’in hayatını ve mücadelesini nefes nefese ve göz yaşları ile okudum.”

 

Bu bölümdeki Ömer Faruk Numanzade’ye ait anılar, “Yıldırım,İ.M. ve Gökçek,F., 2000. Kafkasya’dan İstanbul’a Hatıralar – Ömer Faruk Numanzade. Akademi Kitapevi. İzmir, ISBN:975-7395-57-9.” Adlı kitaptan alınmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here