HALİL İMRE
1917-1926
Beni yatılı mektep paklardı.Evden bir boğazın eksilmesini de ne de olsa bir şeydi.
Haminnem, Türbe civarında,galiba şimdi Hürriyet Gazetesinin bulunduğu yerde, BEZMİ ALEM diye bir mektebe yazdırmaya beni götürdü: “İstanbul’da yerimiz yok, İzmir’e gönderelim” dediler.
Akşam amucama da anlattı.Sonunda kararı yine kendisi verdi: ( Ben Halil’imi uzaklara bırakamam, o bana İsmail’imin kokusu ) dedi. Bırakmadı.
Darüşşafaka’ya vermeyi sağlık vermişler.Bu defa hatırlı bir ARACI –iltimascı demiyorum – vardı. Dr. Mustafa Münif Paşa…
1333-1917 yılı Mayısında, Ramazan Bayramından sonra Darüşşafakaya girdim.
*****
Darüşşafaka
“Fâtih’le Yavuz’un türbeleri arasında yarım asırlık bir hayatı irfan taşıyan Darüşşafaka…”
İstiklâl Savaşından sonra, Maarif Vekili Hamdullah Suphi, Darüşşafaka’yı ziyarete geldiği gün, mektebin konferans salonunda, hocamız ve müdürümüz ALİ KÂMİ AKYÜZ konuşmasına böyle başlamıştı.
Ali Kami Akyüz’ün ağabeyi ismail Safa da;
“Darüşşafaka lâyıkı her türlü senanın;
Öksüzlük içinde çekilen rencü inanın
*****************************
Gelsem ne zaman yolda onunla mütenazır
Her revzeni çeşmi şefakattir bana nazır.” demişti.
Vasfi Mahir Kocatürk de:
“Mektep diye, mektep diye, meyus mütehassir geziyordum,
Darüşşafaka tam o zaman karşıma çıktı…
………………………..kolları şefkatle açıktı…”
Ahmet Rasim de Darüşşafaka’ya girişini anlatır ve hâlâ, yıl dönümlerinde, mektep müsamerelerinde bu giriş hikâyesi canlandırılır,…
Artık ben DARÜŞŞFAKALI idim.
Bilmediğim tehlikelerden, o günlerin sokaklarının kaza belâlarından kurtulmuştum.
Kader çizgim aydınlığa dönüşmüştü.
*****
Darüşşafaka, ağır yontma taşlarıyla, yekpare gibi duruşu ile, kendi yapısına göre küçük küçük pencereleriyle koca bir yapıdır.
Yüksek duvarla çevrili bahçesine, ağır süslü iki kanadlı bir demir kapıdan girilir. Kapı bildim bileli yeşil boyalıdır.
Dar, yuvarlak bir çiçek tarhını dolanarak inen yokuş yol sonunda mermer merdivenler, gelenleri, beyaz eldivenli teşrifatçılar gibi bekleyip karşılar.
Bizim gibi, kara ahşap evlerin, dar, gıcırtılı merdivenlerinden gelen çocuklar, bu taş beyazlıklar üzerinde, küçük adımlarıyla her basamağı iki tabanı ile çıkarken, sokağı, tozu, çamuru, kiri, geride bıraktığını duyar öğrenir. Her basamakta çocuk ruhu, bir mi’râc irtifaına, yıkana yıkana yükselir.
Büyük, yüksek bir kapıdan, mermer sütunlu, mermer döşemeli divanhaneye giriyoruz.
Sonraları mektebe alışınca, mektep evimiz olunca, bu sütunları üç çocuk ancak kucaklayabildiğimizi ölçmüştük. Tavan yüksek, hiç görmediğim kadar yüksek. Başımı enseme yıkarak bakabiliyorum. Zaten ben de on yaşındayım.
Duvarlar boyadan parlıyor. Kaygan kaygan… Parmağımı sürüyorum, sonra avuçlarımı gezdiriyorum, sonra okşuyorum…
Bizi sınıflarımıza götürüyorlar…
İkişer kişilik sıralar, birbirinin omuzundan bakıyor. Duvar boyunca bir kara tahta. Sıra kapağını açıp kapıyorum. Burasının benim oluşu hoşuma gidiyor. Sıramın sandık kapağı gibi kalkıp açılan kapağının içi bana iyice derin görünüyor. Buraya okuyacağımız kitapları koyacak isek, bu kitaplar pek çok olmalı diye korkuyorum.
Hava kararınca, duvarda bir düğmeyi çevirerek, tavandan sarkan, tersine dönmüş, kenarı kıvrımlı tabaklar gibi şeylere asılı yuvarlak şişeler yanıyor.
O zamanlar istanbul’un birçok semtlerinde elektrik yoktu. Surda burda gördüklerimizle de ilgilenmemiştik.
Yemekhanede, yatakhanede yerlerimiz belli oldu.
Karyolam, yatağım, battaniye, komodinim vardı…
Her şey, her şey vardı.
Ama yine de bu çocukların birşeyleri eksikti…
*****
Geceler – Yazılı Resim –
Yarı ışıklı yatakhanede mubassırın ayak sesleri de duyulmaz olur…
Soğuk yataklarda, battaniyelere dolanmış, dertop olmuş küçücük yığınlar… Körpe nefeslerinin sıcaklığında uyumaya çalışırlar…
Bazan, uykudan evvel gelen rüyalarla koca koğuşun dört bucağı dolar… Mahallenin çocukları yatağımın etrafında toplaşır. Gülüşürler, çağırırlar… Yeşil, ham erik ağaçlarına, bostanlara, incir ağaçlarına doğru çekerler…
Çamaşır iplerine asılı beyaz baş örtüler uzanır, sallanır, uçar… Yüzüme değdikçe aralığından haminnemin gülen yüzü eğilir, nefesini, dudaklarını yüzümde duyarım.
Tutmak için uzanırım. Kollarım koğuşun serinliğinde üşür uyanırım.
Kimseler yok…
Sıra sıra yataklar…
Dertop olmuş küçük yığınlar…
Bazan, uykudan evvel gelen rüyalarla koca koğuşun dört bucağı dolar…
Masal şehzadeleri, masal cinleri, perileri koğuşun, karanlık, yıldızsız göğe açılan pencerelerinden içeri atlar. Güler, haykırışa kahkahalarla güler… Tavana, duvarlara yapışır, uzalır, kısalır… Bir masal hamamının kubbe deliklerinden (… Çıkayım mı…….) diye sesler gelir.
Birden ince çıplak kollarım battaniyeyi yırtarcasına fırlatır, göğsüm içinden yumruklanır…
Göğsümde, yüreğimde, boğazımda bir şeyler kaynaşır. Sonra bunlar gözlerimde toplanır, bir yaş sağnağı olur.
O zaman, neye, kime, niçin ağladığımı bilmeden KORKULAR, YALNIZLIKLAR içinde ağlardım.
Göz yaşları, sıcak yanaklarda çabuk kurur…
Kayseri, 1962 Korku – Yalnızlık.
*****
Günlerce, mektebe yeni gelen çocuklarla bahçede, sınıfta, yatakhanede söyleştik, gülüştük, ağlaştık. Kiminin yalnız babası yoktu. Annelerinden ayrılışa alışamıyorlardı. Benim her ikisi de yoktu. Ama her ikisinin yerini alan haminnem vardı. Onu çok seviyordum. O bana ben ona lâzımdım bu dünyada.
O’na çok alışmıştım. Gece uyanır O’nu yanıbaşımda görünce daha rahat uykulara dalardım. O’nun nefes darlığı hırıltıları bile bana ninni gelirdi. O’nun kırık dökük masallarına alışmıştım. (Ben ölürsem sana kimse sahip çıkmaz… Üç kere öksüz kalırsın…) diye beni zorla ağlatır.
Kendi de ağlar. Sonra yine gözlerimizi kurulayıp gülüşürdük.
O benim hayatımın yarısı idi.
Bir ay kadar sonra, belki daha fazla, bir Perşembe günü, herkesin annesi, yakınları arasında haminnem de beni görmeye geldi.
Darüşşafaka’da, giyilmiş, temizlenmiş eski elbiselerden uyanını giydirmişlerdi.
Daha uzaktan haminnem beni ben onu gördüm. Çocuklar, hastalar, ihtiyarlar çabuk ağlarlar. Haminnem de beyaz, tarikat başörtüsünün uçlarını dudakları ile ısırarak ağlamasını saklıyordu. Gözlerindeki yaşlar, biraz sonra sarmaşınca, sevincin sıcaklığında kurudu.
Öğleden sonra idi.
O zamanlar Fatih’le Çarşamba arasında, Darüşşafaka yolu üzerinde, bir sıra leblebiciler vardı. Bana da leblebi getirmişti. Ama evde, nohudu kendi tuzlayıp kavurmuştu. Ağzı iple büzgülü bir torba içinde uzattı. (Hadi ye) dedi. Ona da veriyordum. Fakat, kahır, daha o yaşta haminnemde diş bırakmamıştı.
Bahçenin bir kenarında, otlar üstünde saatlarce oturduk. Ne bileyim neler sordu, neler anlattı, neler anlattım. O gün de sanki inadına o kadar çabuk akşam oldu ki…
Ayrılık çıngıraklarını hademeler çalarak dolanmaya başladılar.
Haminnem yine gidecekti. Yine, bileğimden kalın, yeşil boyalı ağır demir kapı aramızda kapanacaktı…
AH… gitmese idi… benimle beraber kalsa idi, mektep o zaman ne kadar tatlı olacaktı. Hiçbir kederim olmadan derslerime çalışırdım… Ama bırakmıyorlar işte… Bırakmıyorlar. ..
O da ayrılıp gidemiyordu.
Tekrar öptü, sevdi… Başörtüsünün uçlarını ısırdı. Bir zaman kapının demirlerinden ayrılamadı.
Sonra koşarak, belki kaçarak, bahçenin yokuşundan indim. Arkama baktım. Beyaz başörtüsü kapının demirlerinde idi hâlâ…
Bir kerre daha aşağıya koştum.
Bir şey ve kimse görünmeyene kadar.
*****
Kurban bayramı gelmişti.
Darüşşafakaya gireli iki ay olmuştu. Dışarıya hiç çıkarılmamıştık. Alışmamız için bu gerekiyordu. Artık mektepli olarak, dışarıya, (izinli) çıkacaktık. Yeni çamaşır, yeni elbise giydirdiler. Pek beğendiğim kolları yeşil şeritli haricî —dışarda giyilen— elbise yetişmemiş içeride giydiğimiz elbise diktirilmişti. Bağlı, maskaratsız, konçlu fotinler verildi. Fatih’den kalıpçı gelip feslerimizi kalıpladı. Püsküllerini yaygın ya da toplu, istediğimiz biçimde dikti.
Artık unutulmaya yüz tuttuğu için şu (fes kalıbı) ndan biraz söz edeceğim.
Fes kalıpları sarı pirinçten, biri fes biçimindeki KÜTLE, diğeri onun üzerine boylu boyunca geçirilen kapakdı. İç parça kesik koni yahud silindire yakın biçimde bir külçe. Tepesi sivrice, başa geçen ağzı yayvan olanlar vardı. Sultan Aziz’in resimlerinde olduğu gibi görünüşte biçimde olduğu için AZÎZlYE kalıp denirdi.
Fes önce bu külçe kalıbın üzerine geçirilir, kalıpçı yanındaki bardakdan —diyelim— ağzına aldığı suyu, ustalıkla bir pülverizatör gibi kalıplanacak fesin üstüne püskürtür, bu yerleştirme işi sırasında, fesin üstüne geçirilecek parça, mangalda veya gaz ocağında kızdırılırdı. Üst parça kızıp fes külçe kısma yerleştirilirken, ibik denilen püskül bağlama yeri doğrultulur ve yine alışkanlık, beceriklilik ve nişancılıkla bu ibiği, üste geçen kalıp kısmının yassı tepe ortasındaki delikten dışarı çıkarılırdı. Kalıbın ocaktaki kızgınlığı da pratik bir usul ile ölçülürdü, ölçü şuydu: Ateş üzerindeki kalıbın üzerine hafifçe tükürülür… Tükürüğün pirinç kalıp üzerindeki zıplayışlarından kızıp kızmadığı, tavı anlaşılırdı.
Üst kalıp alttaki fes üzerine iyice geçirildikten sonra, kalıpçı, üst kalıbın iki yanındaki kollara iyice abanırdı. Bu iş son zamanlarda hem kızdırma hem bastırma, gelişme gösterdi. Sabit gaz ocaklarda kızdırılır, döner burgulu preslerde sıkıştırılır oldu.
Bu sıkıştırma tavını, kalıbın kızgınlığına göre kalıpçı tâyin eder. Sonra kalıp kaldırılır. Fesin, üst kalıp parçasına yapışık çekilmemesi de ustanın dikkat edeceği iştir.
Fes alt parçadan biraz soğutularak, biraz avuç içinde oynatarak çıkarılır. Fes tüte tüte, buharlar arasında artık kalıplanmıştır. Kalıpçı fes üzerinde biraz fırça ile oynar, süpürür, sonra püskülü dikilmek üzere çırağa verilir. Çünkü kalıpçı ustasının püskül dikmeye vakti yoktur.
Püskül dikmenin de bir kıvraklığı vardır. Püskül, ipinden bir çuvaldız veya irice bir iğne ile ibikten geçirilir. Ve fesin içinde bir fes eskisi parça veya bir beze, hattâ kibrit çöpüne bağlanır. Üstte, dışda kalan ibik fesin tepesine yatırılarak iliştirilir, ondan sonra püsküle giyenin isteğine göre biçim verilir. Bu da genellikle iki biçimdir. Ya püskül telleri bir demet halinde toplu dikilir. Ya da püskül telleri fesle üst kenarına bir iki santim yayılarak ve araları tekrar toplanmasın diye dikişlenerek takılır. Sonraları içi hasırlı fesler çıktı, îyi bakılır, dikkat edilir, hasır çiğnenip kırılmazsa kalıba ihtiyaç azalır.
Fes, rengi ve giyimi, püskül yeri bir mizaç gösterisi sayılır. Fes yan giyilebilir, püskül o tarafta, yürüyüşle ahenkli sallandırılabilir.
Amcam bana fesi yan giymeye ve yandan püskül sallamaya hiç izin vermedi. Hattâ, yola beraber çıktığımızda, fesimin her iki kaşımdan iki parmak üstte olmasını parmağıyla ölçerdi. Bu, ciddiyyet, efendilik ölçüsü sayılırdı.
Her ne ise bu fes kalıbı işi bana eğlenceli geldiği için galiba lâfı biraz, uzattım. O zamanlarda kalıplı fes, boyalı ayakkabı gibi giyimin önemli parçası idi.
Hülâsa elbisemiz yeni, fotinimiz yeni, fesimiz kalıplı idi.
Müdürümüz, Fuad Şemsi Beydi. Biz yenileri divanhanede topladılar. Müdür, çocuğa söylenecek dille bizi bize anlattı. Mektepli olmanın içte, dışta vazifesini, tutumunu, dikkatini o gün öğrendim. Birçok güzel şeyler söyledi. Benim oluşuma sızan bu öğütleri burada tekrarlamaya kalksam bile artık bu benim bugünkü, kendi çocuk ve torunlarıma öğütlerim olur.
Bu güzel sözlerin sonu da güzel geldi. Müdür Fuad Şemsi Bey, yanında duran muhasebe memurunun elinde tuttuğu paketten yepyeni gıcır gıcır beş kuruşlukları dağıttırdı. Beş kuruş o zaman bir çocuk için büyük harçlık idi.
İyi giyim, iyi sözler öğütler, cebimde harçlığım ve iki aydır özlenen ev,…
Ya sokak?, özlemim arasında o var mı idi?..
Sıra sıra, dizi dizi, bahçenin çiçekli tarhları arasından yokuşcuğu çıktık. Kalın yeşil boyalı kapıya yakışan işçilikle süslü kapının ardına kadar açık iki kanadı arasından dışarı çıktık.
Dönememenin korkusu ile, hiç dönmemek arzusunun boğuşması içinde evimin yolunu tuttum.
Mahalleye yaklaştıkça herkes bana bakıyor sandım. Kafes arkasından gelen bir ses benden konuşuyor gibi geldi.
Taş muharebesi meydanlarımız, zafer, bozgun, sokakları, köşe başlarını, selli yağmurlarda yalın ayak sulara doğru koştuğum, inişli sokakları tanıyarak geçtim. Mahallemize, sokağımıza geldim, iki ay evvel bıraktığım çocuklar yine sokakta idi. Onlara doğru koştum. Bakıştık, itiştik, gülüştük…
Ayrılıp eve girdim. Haminnem kucakladı. Soydu, elimi yüzümü sildi. Yeni diktiği entarimi giydirdi. —O zaman pijama bilinmiyordu— Sokağa çıkmadım. Evin cumbasına haminnem bir minder koydu içinde oturdum.
Ve sokağı, içinden değil, dışından seyrettim.
Bu da bir ayrılıştı…
*****
Darüşşafaka, on yaşımdan, on sekiz yaşıma kadar barındığım ocak. Çocukluk ve ilk gençlik çağları.
Rahmetli arkadaşım Vasfi Mahir, Darüşşafaka manzumesinde ;
“Nem varsa senin, her ne kazandımsa senindir,
Bazen diyorum kendime ruhile safanın
(ben sayei sakfında yetiştim bu binanın…)” diyor.
Darüşşafakalılar için, İsmail Safa’nın manzumesi, mistik bir ilâhî gibidir. Her Darüşşafakalı, o manzumede ve daha sonraları Vasfi Mahir’in manzumesinde, kendini duyar. Dinler, okur. Okurken de artık o, ne ismail Safa’nın, ne Vasfi Mahir’indir. Kendinindir.
Darüşşafakayı anlamak için ona muhtaç olmak gerektir. Yıllarını, ömrünü ona katmak, onunla beraber yaşamak gerektir.
On yaşına kadar, ne okuduğunu, ne öğrendiğini bilmeyen, sınıf geçmek nasip olmayan, ben, Darüşşafaka’nın ilk yılında (Levha’i iftihar)’a dört kişiyle beraber yazıldım.
Bu Hoca Süleyman Efendinin okunmuş üzümlerinden daha sihirli bir şeydi. Bir halk adamı olan hocanın elinden, o gelmişti, o da onu yapmıştı. Allah razı olsun.
*****
Büyük Yangın
Darüşşafaka’da bir kış geçti.
1334 – 1918 Nisan gecelerinden birinde gök kızıllıkları içinde uyandık. Büyük istanbul yangını başlamıştı. Mektebin dört yanından kızıl ışıklar yatakhaneye dolmuştu. Sabah yakındı. Hepimiz kalkıp giyindik. Sınıflarımıza, bahçeye koşuştuk.
Gün ışıdığında, yangın, gökyüzünde bir sel gibi akıyordu. Civar sokaklar insanları çocuklarıyle beraber mektebin bahçesine kaçırabildikleri eşyalarını yığıyorlar, kaçışıyorlar, bağrışıyorlardı.
Saatler ilerledikçe, ateş yanıbaşımıza kadar geldi. Bahçeye yer yer yanık kalas, tahta parçaları düşmeye, ve bahçedeki komşu eşyalarını tutuşturmaya başladı. Yan taraflardan, mektebin damına, çatısına alevli tahta parçaları uçup konuyordu.
Görebildiğimiz kadar, Cibali eteklerinden Fatih Camii duvarlarına kadar, bir alev çanağı idi. Yanan (EV) ler değil (ŞEHiR) di. Toprak ve gök yüzü beraber yanıyordu.
Büyük sınıfların, yetişkin çocukları, ağabeylerimiz, mektebin damında, paçaları sıvalı, ellerinde, kovalar, tenekeler, testiler, ibrikler, çatının şurasına burasına uçup düşen kıvılcımları, ateş, alev olmadan söndürüyorlardı.
Biz küçükler, bahçede oradan oraya koşuşarak sanki bir ateş bayramı seyrediyorduk. Mektebin bahçesi, kurtarılan eşyalar, başka yere taşıyanlar, çocuklar, kadınlar, eşyalarının üstüne oturup bekçilik eden ihtiyarlarla, bir ana-baba günü idi.
Yangın ertesi gece de, bizim uzağımızda devam etti. Mektep, içi isli bir ocak gibi kokuyordu. Hiç uyumadık. Dışarda, bağrışmalar, ağlaşmalar kesilmedi.
Ateş mektepden iyice uzaklaştı. Etrafımızda kara kara yanık ev artıkları tütüyor, karıştırdıkça bir ocak gibi tekrar bir alev dili uzanıyor ve sönüyordu…
Ertesi gün bizi evlerimize gitmeye bıraktılar.
Çıktım. Artık sokaklar eski sokaklar değildi. Bütün, Fatih, Kıztaşı, Sarıgüzel, büyük bir ateş yığını halinde idi.
Canını kurtaranlar sırtlarında, kucaklarında sandıkları bohçaları ile mal yongalarının derdinde idiler.
Nereye gidiyordum?.. Kimi nerede bulacaktım?.. Yarı sönmüş ateşleri eşeleyen, kimi çapulcu, kimi kendinden bir şeyler arayan ve iki gündür ağlamaktan, ateş ve dumandan gözleri kan çanağına dönmüş insanlar arasından mektebe döndüm.
Bu yangın İstanbul’u eski İstanbul olmaktan çıkaran büyük âfet idi.
Bütün istanbul gibi Darüşşafaka da günlerce kendine gelemedi.
Fakat o yangın günü, gök yüzünün bile tozunun, pul pul, kızıl kızıl yandığı, havada ateş parçalarının yaprak yaprak uçuştuğu o gün, Darüşşafaka’nın, on beşini aşkın çocuklarının hortumlarla, kovalarla, testilerle, ibriklerle, paçaları sıvalı, yalın ayak, başıkabak, yanaklarında, alınlarında ateş kızıllığı, ve kuru kirli terle, kiremitler üzerinde koşuştuğunu, çırpındığını gördükçe, (Evimizi… Evimizi ağabeylerimiz koruyor…) diye bakıyordum.
Evimizi Allah ve çocukları korudu.
O yangın günlerinden sonra, Darüşşafaka sanki yeniden ve daha çok benim, bizim, hepimizin oldu.
*****
“Yukarıdaki anılar, Halil İmre Ağabey’in “Bir Ömür, Üç Kitap” adlı eserinden alınmıştır.
Halil İmre Ağabey’in dedeleri ’93 Harbi’nde Kafkasya’dan kaçıp, Bandırma’ya yerleşmişler. Annesi, henüz 15 günlükken ölmüş. Haminnesi tarafından büyütülmüş. Balkan Harbi yılarında İstanbul’a göçmüşler. Babası Balkan Harbinde, Edirne’nin müdaafasında şehit olmuş.
1917 yılında Darüşşafaka’ya girmeye hak kazanmış. Darüşşafaka’dan 1926 yılında mezun olmuş. Daha sonra tahsilini Ankara’da, Mülkiye Mektebinde sürdürmüş.
Mektebi bitirip, askerliğini yaptıktan sonra Ziraat Bankası’na memur olarak girmiş. 1945 yılında Samsun Ziraat bankası müdürlüğüne terfi etmiş. 1946 yılında C.H.P.’ye üye olmuş. 1948 yılında Eskişehir Ziraat Bankası müdürlüğüne atanmış. 1950 yılında, çok yakın arkadaşı olan Hasan Polatkan’ın ısrarı doğrultusunda Demokrat parti’ye geçmiş.
1950 yılında, Demokrat Parti Milletvekili olmuş. Hayatının bundan sonrası politika içinde haksızlıklara karşı verdiği mücadele ile geçmiş. 1960 ihtilalinden sonra tutuklanmış. Tam 10 yıl tutuklu kalmış.
Halil İmre Ağabeyimizin yaşamı gerçekten çok renkli, heyecanlı, mütevazı ve mücadelelerle dolu. “Bir ömür, Üç Kitap” adlı eseri okumanızı tavsiye ederim.”
Bu bölümdeki Halil İmre’ye ait anılar, “İmre, H.,1976, Bir Ömür Üç Kitap. Ay Yıldız Matbaası. Ankara.” Adlı kitaptan alınmıştır.