Darüşşafaka’da Ana Özlemi
Valide kapıda, ben içeride kaldım.
Artık Darüşşafaka’ya kaydedilmiştim. O dayak patırtısından sonra valide beni mektebe götürerek ilmühaber aldı. Mahalleden, kimsesiz olduğuma dair bir kağıt çıkartarak mektep Müdürüne verdik.
Ağustosun onyedinci günüydü. O biricik terbiye yuvasında beni soydular, bir gömlek, don, keten urba, kırmızı fes bir de lapçin verdiler; giyindim, bahçeye fırladım.
Bir alay çocuk oynuyorlar. Ben durur muyum? Yarım saat içinde hepsine alıştım. Beş altısının adını bile öğrendim: Hüseyin, İhsan, Mehmet, Reşit, Raşit, Ali, Fahri, Salih. Hep bunlar benim arkadaşım. Fakat burada da birisi var. Bizi göz altında tutuyorlar. Arif Ağa, mubassırımız, Nefi Efendi, müdürümüz. Bu iyi, dayak yok… Hele o mektepten kurtuldum. Gık desem koca sopa başıma iniyordu. Burda öyle şey yok.
Ben valideyi unuttum. Akşama kadar o geniş, çiçekli, muntazam bahçede oynadık. Bir düdük sesi… Kim alınır?… Çocuklar çalıyor. O ne? Herkes toplandı, sıraya dizildi. Ben de onları taklit ettim. Bizden bir yıl önce giren efendilerden biri, bizi tabur haline koydu, gururla: “Tabur, ileri arş!…” dedi. Yürüdük. Doğru musluklara… Yine o efendi bize aptes almasını öğretti. Herkes havlulara silindi. Yine tabur olarak “Arş” kumandası üzerinde bir merdiven daha çıkarak camiye geldik. Bizi sırayla oturttular.
Ben, biraz namaz kılmasını biliyordum. Annem öğretmişti. O her zaman kılar, fakat ikindi namazında kaç rekat kılınacağını bilmem. Ötekilere bakarak kıldık. Çocukluk bu… Bir de mihrabın yanına sarıklı bir adam oturmasın mı? Titreme gene başladı. Burada da hoca var. Yine kalfa, değnek benimle beraber mi? Mümkün değil; Ölürüm, bu mektebe de devam etmem. Meğer o adam imammış. Neyse namazı kıldık. Bir düdük daha… Yine tabur olduk. “Arş!” yürüdük. Yemekhaneye geldik. İşte burası iyi. Böyle mektep olmaz. Yemek var, oyun var, urba var, arkadaş var.
Ben hala, akşamüzeri eve gideceğiz zannediyorum. Meğer kalacakmışım. Akşam suları karadı. Arkadaşıma dedim ki:
- Sen eve gitmeyecek misin?
- Hangi eve?
- Kendi evine…
- Artık biz eve gitmeyecek miyiz ya?
- .. Burada mı kalacağız?
Zavallı boynunu büktü. Kırık bir sesle dedi ki:
– Burada kalacağız!
Ay!… Bu müthiş. Ben annemi istiyorum. Olmaz, gündüzleri neyse. Geceleri ben, o şefkatli anneciğimin yanında bulunmalıyım. Dayanamam, ağlarım.
Ağlar mısın? Al sana hocanın suratından ekşi bir surat daha… Burada ağlarsan dövecekler, ötede döverek ağlatıyorlardı. Birbirinin tersi, ama ikisi de acı…
Gazlar yandı. Ben de özlem acısıyla yandım. Annemin o güzel, bana her türlü himayeyi gösteren yüzü gözümün önünden gitmiyor, sözlerini işitir gibi oluyordum. Ah o sevgiyi nasıl tasvir edeyim. İki kez falaka yiyeyim, annemi göreyim. Yirmi kez kalfa kulağımı çeksin, ben annemin yanında bulunayım.
Düşünmeye başladım. Kaçayım, nereye?… Boyumun beş misli yüksek duvarlar, üç boyumda kapılar, benim ufak bacaklarımın sıçrayışına karşı Çin Seddi gibi duruyor. Bu öteki mektebe benzemiyor. “Helaya gidiyorum” der, fırlardım. Yirmi, yirmi beş hademe var, mubassır var, kapıcı var. Hem gece; korkarım. Ah!… O korktuğum gecelere sonra alıştım. Onlar benim sevincimi, kederimi, gazabımı, kendi özüme karşı isyanımı, bedbahtlığımı, rezaletimi, mihnetimi gördüler. Beni eğlendirirken ağlattılar; fakat hiçbir zaman mihnetimi dağıtamadılar.
Sade düşünen ben miydim? Hepsi benim halimdeydi.
Namazdan çıkar çıkmaz merdivenlere tırmandık. Ta üst kata çıktık. İri iri odalar, sıra sıra karyolalar… Öğretmenin biri hepimize ayrı ayrı yataklar gösterdi.
Soyunduk, yattık. Bir türlü uyuyamadım. Yerimi yadırgadım. Yorganı çektim, boğuluyorum sandım. Fakat ne çare?… Ağlayacağım. Artık dayanamdım, boşandım. Bir mubassır derhal başıma dikildi. Beni avutuyor. Yarın anneme göndereceğini vaat ediyor. Ağzımdaki tatlılık ne?… Bir öksürük şekeri… Fena değil. Ben hem gözümden yaş akıtıyorum, hem de o şekeri güveleyerek onun vaadine kanıyorum. Yarım saat sonra uyumuşum.
Birden uçurumdan uçar gibi düştüm. Vücudum tahtalar üzerine şiddetle çarptı, açıldı. Zaten ayrılık yarası yetmiyormuş gibi, bir de maddece canım yandı. Karyolaya alışmamıştım. Derhal bir hademe koştu, beni kucaklayarak yatağıma yatırdı.
Ah!… O gece!…. Uyuyacağımda gene düşeceğim diye, sabaha kadar gözümü kırpmadım.
Tam doksan gece, ben mektebin o kalın duvarlı, iri pencereli, mazbut koğuşunda yalnız yattım. Doksan gece bu!… Düşünün benim gibi bir garip o yaşta ne olur?… O zaman bile anamın sözlerini hatırlayarak kendi kendime: “Anne, fena ettin. Dalının biri kuruyacak” diye kalben ona kinayeler söylerdim. Fakat kim işitecek?… Feryat? Feryadımı o duvarlar yankılatmaz; yankılatsa daha kötü, çünkü yine benim kalbime çarpacak değil mi?… Ben sessizlik istiyorum. Heyecan ve üzüntüden kaçıyorum.
Mektebe girdiğimin ikinci ayıydı. Teneffüshanede oturuyorum. Dalmışım. Galiba ders ezberliyordum. Kapı açıldı, mubassır bağırdı: “Rasim Efendi!”
Fırladım, korka korka yanına yaklaştım. Elimden tuttu, beni götürüyor…Nereye? Acaba hapishaneye mi? Bir kabahatim yok. Nasıl yaramazlık ederim? Kolum kanadım kırık. Beni koruyan yok, ev yok, ah, anam yok!…
Ben şaşkın şaşkın yürüyordum. Aşağı indik, alt katta bir odaya girdik. Aman Yarabbi! Gözlerim karardı, aklım durdu, orada birisini gördüm, onu gördüm… O… O… Haniya bütün gün ağladığım anam… Orada oturuyor… Onun yanındaydım, ha!… O gelmiş. Beni görecek, ha!… Allah masuma acımış, benim dualarımı kabul etmiş, bütün geceler dolusu hıçkırıklarıma, acı inlemelerine içimin feryadına merhamet buyurmuş. Koştum, ağlaya ağlaya boynuna sarıldım. Gözyaşlarım onun akıttığı gözyaşlarıyla birleşti. İkisi de bir yataktan akıyor. İkisi de bir yüzü ıslatıyor. İki ruh karşılıklı bir ayna kesilmiş, birbirimize bakıyoruz. Her iki sevgili ağzı ayrı; fakat manen bir söz söylüyor. O bana “Yavrum”… Ben, ona “Anne” diyorum. Ne farkı var? Ben annemden gayrı değilim, ben o’yum…
Öğretmen dayanamamış, bu manzarayı görür görmez kendini dışarı atmış. Biraz sonra heyecanımız yatıştı. Beni öptü, okşadı; o dalında gelecekte güzel meyveler görmek istediğini söyledi. Çalışmamı, güzel terbiye kazanmamı rica etti. Peki çalışırım. Ben onun dediklerini yapmazsam, kimin dediklerini yaparım?
Bana yemiş getirmiş, kim yer?… Ben boyuna yüzüne bakıyorum, boyuna gülüyorum. Boyuna o da beni sevip, öpüp, okşuyor.
Bana mendil, çorap, fanila getirmiş.
Bir saat sonra kalktı. Bana: “Rasim, yavrum, seni göreyim. Yüzümü kara çıkarma, oku, çalış. Ben seni her zaman gelir görürüm. İdareden izin aldım. Beni düşünme, şu mektepten çık. Ben de rahat olayım” dedi. Bir kez daha öptükten sonra ayrıldı. O döner, ben dönerim. O başını sallar, ben de sallarım. Bahçenin yokuşundan çıkarken bir daha bakıştık. Mektebin o koca demir kapısı açıldı. O zayıf vücut çıktı, ıslık gibi tiz bir sesin peşinden güm diye bir şey öttü. Kapı kapandı.
Valide dışarıda, ben yine içeride kaldım.
Bu olaydan sonra tam bir ay geçti. Ben yine hasret içinde kaldım. Annemi göremiyorum. Bir Perşembe günü sabah altıda bizi dershaneden kaldırdılar, yukarıya çıkardılar. Yeni urbalar giydik, yeni potinler verdiler. Kaput da var. Acaba ne olacak?
Öğretmen boş bulundu, “İzine gideceksiniz’’ dedi. Bugün mü?…Bugün ya…
Çıldırmak işten değil! Bir velvele koptu! Bir sevinç gösterisi bizi seyre gelmiş olan Müdürü de şaşırttı. Gene teneffüshaneye indik. Öğretmen kapıdan bağırdı.
– Ahmet Efendi!
– Haydi o gidiyor…
– Hüseyin Efendi!
O da gidiyor. Daha ağzını açarken hepimiz baştan aşağı kulak kesiliyoruz. Herkes bu kurada daha öne geçmek istiyor. Kuraya ne hacet? Zaten hepimiz gönüllüyüz, ana fedisiyiz. Öyle değil mi?… Vatan, ailenin büyüğü değil mi? Biz onu niçin seviyoruz. Biz onu neden korumaya çalışıyoruz?… Böyle sevgilerin yeri olduğu için değil mi? Böyle karşılıklı hislerin çıktığı kutsal yer olduğu için değil mi? Vatanını sevmeyene lanet ediliyor. Allah, anaya babaya, hürmeti emrediyor. Öf dedirtmeyeceğiz. Yarabbi, sen benim kusurlarımı affet.
Öğretmen bağırıyordu. Bir Rasim daha… Acaba ben miyim? Öyle ya benim…Benden gayrı Rasim adlı kimse yok. İlerledim. Bir hademe bana yol gösterdi. Müdürün huzuruna çıktık. Lazım olan tembihatı dinledik. Ertesi gün saat on birde mektepte bulunacağız. Bir temenna… Kapıdan dışarı fırladım. Annem orada beni bekliyor. Derhal sarıldım. Aman urbalarım bana çok yakışmış. Artık erkek olmuşum. Asker… Küçük Zabit… Mini mini mektepli potinlerimi gıcırdattıkça ayağımın altında taşlar eziliyor zannediyordum. Kaputun düğmelerini bilhassa çözdüm. Parlak toka meydanda duracak. Üzerindeki “Darüşşafaka’’ mübarek kelimesi görülecek. Ben vatan şefkatine sığındığımı göstereceğim. Anamın, hayır büyük anamın himayesindeydim. Bunu açıkça ispat etmeliyim. Ben, gerçekten mübarek vatan ağacının bir dalıyım. Beni yapraklı ve meyveli görmek için milyonlarla nüfus bana bakıyor. Acaba bu himayeye hak kazandım mı? Hayır daha hizmet etmeye mecburum. İşte bu mecburiyet bana şu vicdanımın sesini yazdırıyor. Çocukluğumda, geceleri geçirdiğim çalışma saatlerimi nakledeceğim.
Çalışmak… Bu bana, ana nasihatıdır. Terk edemem.
Ah!… O gece, annemle karşı karşıya, yan yana bulunduğum o gece… Ne kadar çabuk geçti. O ziyaret neydi?… Bir alay yemek… Bir takım yemiş, komşular geldi. Herkes anneme “Gözün aydın’’ diyor. O da bana bakarak gülümsemeyle: “Çok şükür olsun! Bu yaşa getiren Mevla’ya hamdolsun!’’ diyordu.
O gece ömrümde en fazla rahat uyuduğum geceydi. O güzel uyku, bahtiyar bir dinlenmeden başka bir şey değildi. Fakat yirmi beş, otuz saatlik o saadet ne kadar devam eder? Ertesi gece ben, mektepte yanlız yatıyor, yine o vefalı dostu düşünüyordum. Bu mektepte ‘’Misafirlik’’ üç gün değil, belki üç ay sürdü. Ne mubasır, ne müdür, ne de üst sınıftan başımıza çavuş diye diktikleri efendi, dövmüyor, sövmüyordu.
Günlük hareketlerimiz, saatlerle sınırlanmış, düzenli bir çalışma, düzenli bir dinlenme sağlanmıştı. Ama bunların içinde bizim en çok hoşumuza giden, bahçe saatleriye teneffüs saatleriydi. Çünkü bunlarda oyun vardı.
Bir gün akşam yemeğine gitmeden önce, bizi, mektebin “Divanhane’’ denilen geniş uzun sofasına karşılıklı dizdiler. Hademelerden biri bir kucak dolusu değnek getirip ortaya bıraktı. Durdu. Değnek sayısına bakılacak olursa, oradaki öğrencileri dövmek için yeter görünüyordu. Hepsi de irili ufaklı fındık değneğiydi.
Müdür odasının önünde duran mubassır, Müdürün odasından çıktığını haber verdi. Dimdik bir vaziyet aldık. Müdür göründü. Ta ilk sınıfın önüne gelir gelmez başçavuş yüksek sesle: “Bak!’’ dedi. Öğrendiğimiz şekilde birer temenna ettik. Diğer mubassır, elinde kocaman bir defterle geldi. “Bak’’ diye kumanda veren başçavuşu çağırdı. Defteri açıp ona:
“… Sınıf öğrencilerinden, Aksaraylı… Efendi dün öğle üstü aptes alırken çavuş… Efendiye karşı gelmiş olmakla hakkında gereken cezanın yerine getirilmesi babında…’’
Başçavuş bir an durduktan sonra yine okudu: “On değnek vurulmasına…’’ Mubassır, zavallı Aksaraylı… Efendiyi sırasından çıkardı. Süklüm püklüm yürüyordu. Ortaya gelince, değnekleri getiren azılı hademe, belinden kavradı, çevirdi. Diğer mubassır, o değneklerin içinden bir değnek aldı, sayıyla kıçına on değnek vurdu. Karmanyolaya girmiş olan Aksaraylı: “Aman aman! Bir daha yapmam, yapmam!’’ diye bağırdıkça benim dizlerimin bağı çözülüyordu, düşeceğimi sanıyordum. Fakat alıcı gözüyle baktığım için fark ettim: Bu değnek vuruşuyla Hafızpaşa Mektebi Hocası’nın sopa vuruşu arasında hayli şiddet farkı vardı. Mubassır ağır ağır, ama hafif hafif indiriyordu. Yani kıyasıya değil, korkutasıya vuruyor, bize de amire karşı gelmenin cezasının dayak olduğu anlatılıyordu. Anladık.
Bundan başka bir şey daha anladık ki, dayak mutlaka “Defter’’ ile olacak!… Kulak çekmek, şamar indirmek pek seyrek… Fakat yaramazlığın türüne göre teneffüs veya bahçe zamanı divanhanede ayakta durmak, bahçeye çıkmayıp teneffüshanede tutuklu kalmak ta vardı.
Yine bir gün öğle üstüydü, divanhanede toplandık. Aynı merasim… Bu defa hademe değnekle bir de torbamsı bir şeyler getirdi. Müdürün huzurunda yine başçavuş, o “emirler defteri’’ ni okudu:
“…talebesinden… numaralı…lı… Ahmet, mektepten geceleyin çıkıp yakalandığından dayak cezasıyla mektepten çıkarılmasına karar verilmiştir.’’
…Ahmet dayakcağızı yedi. Yedikten sonra hademe elinden tutarak mubassırın odasına götürdü. Müdür, biz, sonradan gelen birkaç hoca ayakta bekliyorduk. Acaba ne olacaktı? Arası çok geçmeden bir de bakalım, Ahmet eski püskü, buruşuk urbalar içinde geldi. Meğer o bohça mektebe girdiği gün evden üzerine giydiği ve geldiği kendi urbasının bohçasıymış… Okuldan çıkarılanlardan mektebin urbası alınıyor, geldiği urbayla çıkarılıyordu. Gerçekten, üç dört yıl sonra nasılsa bir gün gördüydüm: Hepimiz urbaları da bohça halinde üzerlerinde adlar yazılı olduğu halde depolardan birinde duruyordu.
Bu muamele bana, dayaktan daha beter geldi. Mektepçe buna ‘’keçekülah’’ denirdi, kıyafeti soyulup çıkarılmak demekti.
Bununla da anlıyorduk ki biz mektebe geldiğimiz zaman o haldeymişsiniz; şimdiyse bu haldeyiz!
Zaman geçtikçe daha neler öğreniyorduk. Mesela, şimdiler pek moda olan “tecavüzü merci’’, bizim mektepte esaslı bir usül idi. Bir nefer, şikayet ve dilek, her ne olursa olsun, mubassıra da müdüre de söyleyebilirdi.
Eskiye, büyüğe saygı! Birinci sınıf efendisi mutlaka kendi üstünde olan sınıf efendilerini her rastlayışta selamlamaya, mubassıra, müdüre, hocalara karşı resmi temennayı yerine getirmeye zorunluydu. Yapmayan, derhal rapor edilir, adı, “Emirler defteri’’ nde okunurdu.
Müzakerehanede, dersanede, yattıktan sonra yatak koğuşlarında yerinden kalkmak, konuşmak, gezinmek, uygunsuz hal ve harekette bulunmak; yemekhaneden ekmek vesaire kaçırmak; bahçede ağaçlara el atmak, yemiş koparmak; cam kırmak; sınıf taburundan ayrılmak; geriye kalmak, ileride yürümek; başka bir efendinin dolabını karıştırmak, kağıdını, kalemini almak; üzerinde, dolabında çakı, kalemtıraş bulundurmak; izinden dönüşte mektebe, kağıt, kalem, mürekkep dışında kitap, gazete, dergi, öteberi taşımak son derece yasaktı. Urbaları hor kullanmak, yırtmak, lekelemek, söküklerini yatarken terziye verip diktirmemek, teneffüshanelerde gürültülü oyunlar oynamak da cezayı gerektirirdi. Darüşşafaka’da iki yüz kadar talebe bulunduğu günlerde bile, bahçe zamanında başka gürültü işitmek kabil değildi.
Bununla beraber eğitim sistemi pek sıkıydı. “Yeni İlkokullar’’ fikri henüz tatbik edilmekte olduğundan ders programları ağırdı. Ben girmeden önce yazıyı söktüğüm için birinci sınıfta zahmet çekmiyordum. İlk yıl “Elifba’’ dan sonra “Şurut-u salat’’, “Küçük hikayat-ı müntehibe’’, “Tadat-ü terkim’’, “Yazı’’, “Kuran-ı Kerim’’ dersleri, benim için çok kolay geliyordu.
Öte yandan ayak talimleri, jimnastik adımla yürüyüşle de idman dersleri veriliyordu. Kısacası bu mektep, duvarının dışında bulunan yerlerden hiçbirine benzemiyordu. Bir “Düdük’’ bütün talebeyi odalardan çıkarıyor, odalara sokuyor, yedirip içiriyor, yatırıp kaldırıyordu. Sıkı bir “disiplin’’ içindeydim.
Bahçede oynarken görüyorduk: “Hapishane’’ denilen yer, alt kattaki malta döşeli büyük, geniş bölüklerden birinin köşesine kurulmuş, küçük ahşap, bağımsız bir binaydı.
Bu binanın içinde karşılıklı üçer gözden altı göz, bir çocuğun bacaklarını dikmek suretiyle oturabileceği derecede dar, tepesinden ufak çapta delik, altı hücre vardı. Hapse mahkum olan, buraya hapishane nöbetçisinin koruması altında getirilir, bu hücrelerden birine tıkılır, kapısı kapanırdı. Bu nöbetçi saat başına gelir, hapisliyi aptese götürür, öğleyle akşam yemeklerinde yarım ‘’somun’’ verir, su içirirdi.
Buraya girebilmek için ‘’Kavga, dövüş etmek’’, ‘’Karşı gelmek’’, ‘’İzin günleri geçirmek’’, ‘’Kaçmaya kalkışmak’’ gibi suçlardan birinin sahibi olmak yetiyordu.
Burada, ayrıca birkaç korku vardı. Bunlar, “fare’’, “akrep’’ korkularıyla beraber, “cin’’, “peri’’ korkularıydı.
Hatta mahpuslardan biri, cezasının sonunda bize, kelleleri koltuğunda şehitler gezindiğini görmüş olduğunu söylemişti. Hapiste yattığım ilk gece! Korku! Titriyorum. Mektebin en tenha bir yerindeydim. Benden gayrı kimse yok.
İşitiyorum. Düdük çalındı. Efendiler yatak koğuşlarına çıkıyorlar. Şimdi bütün tenhalık çöktü. Öte yandan insan sesi işiterek avunuyordum. Artık o koca bina karanlık bir sessizlik içinde kalacak. Benim tarafıma kimse gelmeyecek.
Sessizlik gittikçe derinleşti. Karanlık, yazarlardan birinin dediği gibi, elle tutulacak derecede koyulaştı. Arada sırada bir çatırtı oluyor. Koca meydan üst üste akislerle çınlıyor.
Korkuyorum! Vehimler geliyor. Bu cin, peri yuvasında ben, kulaklarım dört açılmış, etrafı dinliyorum. Ses yok. Fakat o velvele ne? Beynim mahşer kesilmiş, kulaklarım çınlıyor. Çıngırak, çan gibi sesler işitiyorum.
Uyumaya çalışıyorum. Sanki iki el, gözkapaklarımı açıyormuş gibi kapayamıyorum. Bu korku, bu tereddüt, bir iki saat kadar sürdü. Yavaş yavaş yumuşamaya başladım; uyuyacağım. Ceketin yakasını kaldırdım, gömüldüm. Artık rehaver yüz gösterdi. Uyku gözümden akıyor. Nefesim ağırlaştı. Başım bir iki kez oynadı. Sakin, sessiz duruyorum. Birden ince bir ses:
Rasim! demesin mi? Birdenbire fırladım! Hızla:
– Ha’ dedim. Öteden:
– Ha! Diye bir ses çıktı. Bir süre dikkatli dikkatli durdum, dinledim. Sonunda:
– Kimdir o? Diye bağırdım. Yine bir:
– Kimdir o? Sesi işittim. Aksiseda! Fakat ben bunu bilir miyim? Perilerin benimle eğlendiğine hükmettim. Çarpıntı başladı. Her tarafım titriyor. Korkudan ölüyorum. Kulaklarım bu kadar dikkat üzere bulunmamıştı. Bir ayak sesi yavaş yavaş geliyor. Eyvah! Çarpılacağım. Beni öldürecekler. Ayak sesi yaklaştı, ta hapishanenin önünde durdu.
Artık ödüm patladı. Var gücümle bağırmaya başladım: “Hademe! Hademe!’’
Heyhat! Ses veren yok: Acaba orada mı? O cin kapının önünde mi? Ben durmayıp bağırıyorum.
Tam bir saat kadar bağırdım. Sesim kısıldı. Takatim kalmadı. Feryadım, oraları çın çın öttürüyordu. Galiba korktular. Benim ne şirret olduğumu anlayıp kaçtılar. Fakat neye yarar? Ben, sabaha kadar o hücrede dimdik durdum. Ertesi sabah, Müdüre yalvarmam üzere geceleri yatak koğuşuna çıktım.
İşte mahalle, sübyan mektepleriyle o zamanın rüştiyelerinden üstün olarak açılan ilk yatılı okullarından ‘’Darüşşafaka’’ nın içinde eğitim ve disiplin yolları bunlardı.
Arz ettiğim gibi, burada “Yeni Hayat’’ kurulmuş bulunuyordu. Bu yeni hayat, yeni bir fikir aşılıyordu. Mesela: İzinli olduğumuz günlerde sokaklarda oynayan çocukları gördükçe küçümsüyordum. Fes mutlaka kalıplı, baştaki yerinde durduğu gibi, zırhları kırmızı olduğu halde yakaları yeşil numaralı, kolları şeritli istanbulin vari bir ceket, tokalı bir kayışla belden tutturulmuş, bütün düğmeler ilikli, potinler temiz olarak gezilir; bir düğmenin açık ya da tokanın çözük oluşu cezayı gerektirirdi.
Bu sebeplerle talebeler, izinli oldukları günlerde mektebin şiddetli düzenini büyük bir dikkatle temsil ediyor ve şehirde “Darüşşafaka terbiyesi’’ adıyla öteki mekteplerce de örnek tutulmak istenen bir terbiye gittikçe taraftar kazandırıyordu. Bu terbiye doğrudan doğruya İslam dininin kurallarına da uyduğu için, sofular da bu mektebin “Paris’’ te bulunan aslının burada bize uydurulmuş bir şekilden ibaret olduğunu bilmeyerek, bizi parmakla gösteriyorlardı.
Benim ruh ve vicdanımda bütün gücümle edindiğim bir duygu vardı ki. “Hoca korkusu’’ değişikliğe uğrayarak hala hocaların hakkında ayrı ayrı derin birer “Hürmet ve tazim’’, birer “Saygı’’, her zaman için değişmez birer “Sevgi’’ uyandırmaktır. “Hocaya hürmet etmeyen alçalır’’ hikmeti, eğitim ve öğretimin en birinci tehdit kanunu idi. Bence bu kanun herhangi bir ülkede uygulama alanı bulamazsa orada fikirler uyanamaz, gelişemez.
*****
Mutluluk gözyaşlarım
Birgün, son sınavı verdim. Bilmeyerek girdiğim o kapıdan bilerek çıktım. Sevincimden, yolda koşar gibi yürüyor, acelemin farkına varamadığımdan nefesim tıkanıyordu. Ya o gurur neydi?..
Eve aklaştıkça sevincim arttı. Bu sevinç artması, anneme söyleyeceğim sözlerden ileri geliyordu. Bu sözler pek önemliydi. O zaman akıllı çocuk olduğum halde, kendimi dünyanın akıllıları arasında görüyordum. Ne sandınız ya?… Ben okulumu bitirdim. Sekiz yıl mektebin içinde, mahpusunda, çiçekli bahçesinde çalışarak, inleyerek, sıkıldım. Ah… O bina benim çocukluk günlerimin, çalışmalarına, mihnetine, sevincine dayandı.
Bazen başımı duvarlara vururum, canım acır fakat garip bir hal bana dayanma denilen fikri verir. Bazen o karanlık dolaplarda hemen aç bir halde günlerce azap çekerim. Kah gözlerime kan oturuncaya kadar çalışırım, kah hocam defterin üzerinde adamın önüne bir sıfır koyar, ceza görürüm. Hislerim beni zorla gaflatten kurtararak çalıştırır, bu değişiklikler beni eğlendirdi. Eğer bu da olmayaydı ben okulumu bitiremezdim.
Kapıdan çıktıktan sonra bir kez arkama dönerek o büyük binaya baktım. İri pencereleri, geniş merdivenli kapıları, ağaçlı yolları, gözümde tüttü. Bana hoş göründü. Fakat nedense düşüncem, içinin biçimini hatırlamaktan hoşlanmıyordu. Kendi kendime: ‘’Oh…kurtuldum!…’’ diyordum.
Meğer yanılmışım, hata etmişim. Ben şu yüksek fikirden büsbütün habersizdim: ‘’Aile, mektep, vatan hep aynı anlama gelir. Fakat küçükleri aile, ortancası mektep, büyükleri vatandır.’’
Neyse evin kapısı önüne geldim, sevinçle tokmağını hızla vurmuşum. Odada oturanların hepsi fırlamış. ‘’Kim o?…’’ diyen diyene.
Açtılar, gururlu tavrımı bozmayarak, validenin yanına girdim, elini öptüm. Titrek bir sesle dedim ki:
Anne yüzünü kara çıkarmadım, Şimdi rahat ol!
Koca kadın… Beni öpmek için ayağa kalkmaya davrandı, sinirleri gevşemiş gözlerinde yaş damlaları olduğu halde beni yanına çağırdı. Eğildim; öptü, analığa mahsus olan bir şevkat bakışıyla beni süzerek:
Aferin!… dedi.
Bana bu ödül yetmez mi? Zaten bundan büyüğünü tasavvur edemem. Yok yok daha büyüğü var. Onu, ben şimdi biliyorum.
Annemde benim için yeni bir düşkünlük hasıl oldu. Odada ayağa kalksam:
Nereye? diye soruyor. Ben bu düşkünlüğü anladım. Ah!… Pek sevindi, koltıkları kabardı. Artık dalı büyüdü. Aile ağacı daha fazla yeşillendi.
Akşam namazını beraber kıldık. Ben koca herif olduğumdan odama çekildim. Bir süre sonra uyudum.
İki üç saat geçmiş olmalı, uyandım, evimin o kağıt kaplı duvarlarını görerek sevindim. Saate bakmak için dışarı çıktım, annemin odasında ışık var. Acaba ne yapıyor? Saat iki. Hasta mı oldu? Kapısını açtım.
Ah… O yüksek kalp, ta sabaha kadar secde ederek Allahın lütfuna teşekkür ediyor. İlerde, yüksek mevkiileri geçmem için içten yalvarışlarını Mevla önünde bırakıyor, bana hayır dua ediyor.
Gözlerim dolu dolu olarak odama çekildim. Yatağa atılarak saadet gözyaşları arasında uyudum.
O gece de rahat ettim.
*****
(Ahmet Rasim Ağabey’in yukarıda aktarılan anıları, “Falaka” adlı eserinden alınmıştır.
Bu anıları ilk kez Darüşşafaka’dayken ya Hazırlık 2 ya da Orta 1. sınıfta göz yaşlarıyla okumuştum. Anıların bir bölümü, o dönemde okutulan Türkçe kitabımızda yer almaktaydı.
Bu anıları geçmişte ne zaman okuduysam ağladım, halen de okurken ağlamaktayım. İlk zamanlar, bu anıların neden beni bu kadar çok etkilediğini anlayamıyordum. Sonra fark ettim ki, bu anılar aynı zamanda benim de anılarım.
Darüşşafaka’ya girdiğimiz 1970 yılında, tarihi binanın artık kullanılmamasına karar verilmiş. Bu binada sadece, giriş katındaki yemekhane, birinci kattaki revir ve revirin yanındaki yatakhane kullanılmakta idi.
O yıl okula kayıt olan bizim sınıfın iki şubesine bu binadaki yatakhane verilmişti. Ahmet Rasim Ağabey’in anılarında anlattığı tüm korkuları ben (biz) de bu binada yaşadık. Bizler de onun gibi anne hasretini bu binada yaşadık. Aynen onun gibi, bizler de yatağımızda battaniyeyi başımıza çekip ağladık. Geceleri bizler de korkudan, alt kattaki tuvalete gidemez, sabaha kadar kıvranır dururduk.
O yıllarla ilgili küçük bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim: Yıl 1970 ve okula yeni kaydolmuşum. Ağabeylerimiz bizleri korkutmak için, eski binada hayaletlerin ve eski mezunların ruhlarının dolaştığını anlatıyorlar. Hatta, eski binada kalan arkadaşlar bile gece tuvalate giderken hayalet gördüklerini birbirlerine anlatıyorlar. Tabii bir de fareler… Eski binada, abartmıyorum, kedi büyüklüğünde fareler dolaşırdı. Bizler tüm bu korkularımız ile birlikte gece yatağımıza girerdik.
O yıl bir ara hasta oldum. Hemşireden ilaç istemek için revire gittim. Hemşire ateşime bakınca beni derhal revire yatırdı. Zaten yatakhanemiz de hemen revirin yanında olduğundan pijama ve terliklerimi alarak revirin yolunu tuttum. O yıl henüz ‘Kızlar Binası’ yapılma aşamasında olduğundan, revirin camından Haliç’i ve İstanbul’u seyrediyordum.
Ama sonra fark ediyorum ki revirdeki tek hasta benim. Tuvalete gitmek için kalkıyorum ama kapıyı açamıyorum. Revir hademesi Tahir Abi öğle yemeğine giderken kapıyı üzerime kilitlemiş. Birden sanki, o hep korktuğum tüm hayaletler revire doluşuvermiş, etrafımda korkunç danslar ediyorlar. Herbiri bir tarafımdan tutmuş beni çekiştiriyor. Ben avazım çıktığım kadar bağırıyorum ama duyan yok. Yatağın içine girip, battaniyeyi başıma kadar çekip, hayaletlerden korunmaya çalışıyorum.
Herhalde bu bağırış ve ağlamalardan bitap düşmüş olmalıyım ki, bir süre uyuya kalıyorum. Sonra bir el üzerimdem battaniyemi çekiyor. Ben battaniyeye sıkı sıkı sarılıp, tekrar avaz avaz bağıraya başlıyorum. Battaniye üzerimden sertçe çekiliyor, birisi başımı okşamaya başlıyor ama ben gözlerimi açamıyorum. Başımı okşayan el, “Korkma yavrum, ben doktorum” diyor. Korka korka gözlerimi aralayıp, gerçekten başımda duranın doktor olup olmadığını kontrol ediyorum.
Gelenin doktor olduğuna inanınca, başlıyorum yalvarmaya; “Ben iyileştim, ne olur beni taburcu edin”. Doktor ateşime bakıyor, 41. derece. “Evladım sen hastasın, neden çıkmak istiyorsun” diyor. Ben ısrarla hasta olmadığımı söylüyorum ama nafile, doktor beni bırakmıyor. Hemşire ve Tahir Abi’ye dönüp, “Bu çocuk korkmuş” diyor. Sonra Hemşire ve Tahir Abi’yi dışarı çıkartıp, neden korktuğumu soruyor. Önce Tahir Abi’nin şerrinden korkup anlatmak istemiyorum, ama bana o kadar şefkatli davranıyor ki, anlatıyorum.
Doktor dışarı çıkıyor; sert bir sesle Hemşire ve Tahir Abi’ye bağırdığını duyuyorum. Bir süre sonra içeriye büyük sınıflarda bir abiyle geliyor; “Sen bu çocuğun yanında yat, hatta tuvalete bile sen götür. Sakın yalnız bırakma” deyip, gidiyor.
O dönemde ki okul idarecilerinin hiç bir pedagojik formasyonu olmadığına inanmaktayım. Olsaydı, 11 yaşındaki sübyanları o koskoca binada geceleri yalnız bırakmazlardı.
Evet, Ahmet Rasim Ağabey’in anıları benim de anılarım . Sanki, yıllar önce çekilmiş bir filmin günümüze adapte edilmiş yeni versiyonu gibi. Sadece dekor ve oyuncular değişmiş.)
Bu bölümdeki Ahmet Rasim’e ait anılar,”Rasim.,A.,2005, (a)Falaka.,İskele yayınları,İSTANBUL ISBN:975-8841-01-7” adlı kitaptan alınmıştır.