NEJAT CİHANOĞLU

0
88

 

 

NEJAT CİHANOĞLU

279 MACUNCU

1934-1942

               İstanbul’da Samatya civarında oturuyorduk, babamı kaybettiğimde üç yaşındaymışım bu yüzden hatırlamıyorum.

Darüşşafaka’da bütün çocukluk ve gençlik yıllarımı geçirdim, beynimde yer etti.

Bir çocuk için sıkıcı bir şeydir; cezalar, sert disiplin kuralları..

8 yıl boyunca, çocukluk ve gençlik yıllarımda Beni bağrına basan, babalık ve hem de yarı analık eden eğiten, büyüten, eğriyi, doğruyu öğreten, yetiştiren, yönlendiren ve damgasını vurarak, u mukaddes ocağa has hasletlerini veren.

Sen ne kutsal ve yüce bir kurumsun Darüşşafaka!

 

Hocalarımızın içinde çok iyileri de vardı, çok acımasız olanları da. Çocuk psikolojisinde çok fazla yer ediyor küçüklüğünde yaşadıkları. Belki o zamanki terbiye öyleydi; dövmek, azarlamak, cezalandırmak esasına dayalı, şefkatten yoksun bir eğitimdi. Buna rağmen Darüşşafaka’ya bağlılığımı hissedebiliyorum. Bu bağlılığı hissetmeyen de yoktur diyebilirim.

 

Darüşşafaka asil bir kurumdur, yetim çocukları yetiştirmek üzerine kurulmuş bir irfan ocağıdır; bir fırsat eşitliği abidesidir. Darüşşafaka gibi elli, yüz tane okul olsa Türkiye’nin çehresi değişebilirdi; Türkiye bence yetmiş milyonluk bir ülke değil, on milyonluk bir ülke; çünkü geri kalan altmış milyon, eğitim fırsatını kolay yakalayamıyor. Yine söylüyorum ki; Darüşşafaka gibi çok sayıda okul olsa muhakkak ki kıyıda köşede kalmış çocuklar topluma kazandırılırdı. Eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, toplumumuz için bir kayıptır. Eğitime bu tip bakanlar çok az günümüzde.

 

Darüşşafaka’nın şöyle bir hikâyesi vardır: Okulun ilk kurulduğu günlerde o zaman kırk, elli kadar öğrencisi var, sayısını tam bilmiyorum; kuruculardan paşalar semt pazarından portakal almaya gidiyorlar. Ceplerindeki paraya baktıkları zaman beş tane portakalı alamayacaklarını görüyorlar ve “Eğer hamal yamal parasını vermezsek hepsini alırız!” diyorlar ve o paşalar küfeleri sırtlayarak okula getiriyorlar.

 

Bu, beni her zaman düşündürmüştür.

 

Darüşşafaka; dürüst, kendilerinden ziyade topluma hizmet eden ve sorumluluk duyguları gelişmiş insanlar yetiştirmiştir. Darüşşafaka’ya bağlılık; kuruma, müesseseye bağlılıktır, kişileri orada bir çerez gibi düşünebiliriz fakat despot bir okuldu, şefkatli bir despotluk; oradaki hayatımda cezalandırılma korkusu, izinsiz kalma, disiplin benim ruhuma işlemiştir.

 

(Metalik çerçeveli gözlüğünün altından her an damlamaya hazır gözyaşları. Seyrelmiş ama dökülmemiş beyaz saçlarıyla ihtiyar delikanlı denilecek kadar sağlıklı görünüşü, sırım gibi ve uzun boylu. Darüşşafaka’nın özlemlerle dolu günlerini yaşıyoruz.)

 

*****

 

           

İzinsiz kalışlarım…

 

Ortaokuldayken iki defa izinsiz kalmıştım; biri coğrafya dersindendi, diğeri de kopuk düğmem yüzündendi fakat bu ikinci cezada çok üzülmüştüm. Düğmemi kendim dikemezdim, küçücük çocuğuz. Eve gitsem annem dikerdi, öyle bir durumda insan şu şefkati bekliyor: Mubasırlarımız vardı, onlardan birinin “Evladım, senin düğmen kopmuş, hadi terziye git bakayım da diktir” demesini bekliyorsunuz ama yok, o hafta izinsiz kaldım ve eve gidemedim. Hani hapishanede mahkûmların kontrolü olur ya devamlı zil çalar; iki saatte bir, üç saatte bir, bir saatte bir her zil çaldığında idareye gidilir, deftere imza verilir; öyle bir kontrol sistemi vardı. Zilin çalma saatleri belirsizdir, şaşırtmacalıdır yani her an okulda olmalısın, bu şekildeydi.

 

Anımsıyorum; 10 yaşlarında boynu bükük bir çocuk için sıkı ve çok acımasız bir disiplindi o yıllarda eğitimin  temel düsturu, doğrusu, gerçek ana şefkati ve sevgisinden uzak. Rahmetli hocalar ve mubasırlar, eğitimde eşsiz ve seçkin, ama tanımazlardı pek çocuk ruhunu…

 

 

Hocalarımız…

 

Rıfkı Bey koyu sofuydu, yaka numaramızla hitap eder; “209, bugün memleket için insanlık için kendin için ne yaptın? Yattığın zaman bunun hesabını yapacaksın!” diye devamlı telkinlerde bulunurdu.

 

Saçlarımız devamlı üç numara kesilirdi, son sınıftayız bizde biraz delikanlılık başladı; kızlara kendimizi beğendirmek için kel kafalı olmayalım da şöyle ön tarafta azıcık saçımız olsun gibisinden… Azmi önayak oldu “Yav Nejat, akşam gidip saçımı kestireceğim, önünde biraz bıraktıracağım” deyince ben de o güne kadar okuldan hiç kaçmamışım; işte kafanın önünde bir tutam saç bırakınca manzara biraz farklı olacak ya, akşam mütalaasından önce Vasil’in duvarına gittik. Duvarda oyuklar var, onlara basarak çıktık; aşağıya atladık, kış günü şubat filandı. Hava çok soğuk, ben oradaki ilk berbere girdim, tarif ettim saçımı şöyle şöyle kes diye. Benim saçım kesilmeye başladı. Azmi, “Ben de burada beklemeyim, görürler falan; ilerdeki berbere gideyim” dedi ve gitti. Az sonra Azmi yanında bir adamla telaşla heyecanla geldi. Harp seneleri, ekmek vesikayla veriliyor. Bu adam fırından ekmek almış, o sırada birisi de elinden kapıp kaçmış. Adam, Azmi’yi yakalamış “Sen çaldın” diye. Azmi, “Yahu ben burada Darüşşafaka’da okuyorum, berbere geldim. İşte arkadaşım da burada” falan diye anlatınca, adamı beni şahit göstermeye getirmiş. Adamı inandıramayıp bir karakola düşse yandı, okuldan kaçmış, hırsızlık falan durumu bayağı kötü. Neyse okula döndük, mütalaaya girdik, Rıfkı Bey yanında berberle geldi, saçlarımıza baktılar. Berber, “Bunların saçları kesilmiş” dedi, Rıfkı Bey “Kes kes, kafaları rahat etsin” diyerek o bir tutam saçımızı da kestirdi.

 

Yine son sınıftayım, bir cuma günü haber geldi, öğleden sonra Celal Hoca felsefeden imtihan yapacak. Cumartesi de ‘Mantık Lütfü’den var. Onun imtihanı bizim için çok daha önemli, felsefeyi sallamak istiyoruz. Derslere çalışıyoruz ama zaman yetmiyor. Esat’la beraber “Gel kaçalım, felsefeye girmeyelim sonra revire gidip hasta numarası yaparız” dedik ve öğlenleyin konferans salonundaki sahnenin arkasında tozlu kulise kapanıp orada iki saat çalıştık. ‘296 Kemal de kaçmış imtihandan, zil çalınca revire gittik; benim sürekli bademciklerim şişerdi. Soyundum yattım yatağa, Kemal’in de her zaman nezlesi vardı, burnunu çekip dururdu. Esat da bir şey uydurdu karnım, bacaklarım ağrıyor diye; doktor geldi, baktı. Gençti kendisi, anladı halimizden, yazdı bizi. İlaç da vermedi sonra biz çıktık felsefe dersini atlattık diye de seviniyoruz. Sonraki ilk felsefe dersinde üç kişiyiz ya çalışıp imtihana gireceğiz, neyse o ders hoca geldi; “Aşşaklar kalk” deyince ben: “Efendim, hastaydı!” “Sen sus! Avukatı mısın?” Dinlemedi ve bizi sözlüye kaldırdı. Çuvallanacak bir soru sordu ve “Otur aşşak! Sıfır!” Celal Hoca en fazla bana kızdı avukatlık yapmıştım ya, Esat’a bir, Kemal’e de iki verdi. Acımasız bir hocaydı, kinciydi sonra beni ikmale bıraktı.

 

Kazım Uz hocamızın sivri sakalı vardı, hem yazı dersine hem de matematiğe gelirdi. Çok korkardık, Esat’la beraber en ön sırada otururduk derste Kazım Hoca’nın şerrinden kurtulmak için. Çocuk aklı işte sıra kapaklarını kaldırıp bir şey arıyormuş gibi yapardık. ‘340 İşbak Zeki’ uzun, iriyarı bir çocuk ama dilinde tutukluk vardı; bunu kendini acındırmak için hocalara karşı da kullanırdı. Bu Galatasaray’da okumuş yedeklerden olduğu için Darüşşafaka’ya iki üç ay kadar geç geldi. Galatasaray’da matematik dersini filan Fransızca okumuş.

 

Kazım Uz bunu kaldırdı “Yaz bakalım! Üç adedi taam beş taksim sekiz, taksim yedi adet taam bir taksim dokuz müsavi?” Zeki, “Efendim biz bunu Galatasaray’da böyle görmedik. Ben Fransızca öğrendim”. “Sanki Türkçesi kusur kalmış da Fransızcasını öğrenmiş, tasdikine kadar izinsiz!” Biraz da safça bir çocuktu, “Hoca ne diyor” falan çocuklara soruyor. Onlar da “İşte hoca affedinceye kadar izine çıkmayacaksın”. Bu: “Yani ben hafta sonları annemi göremeyecek miyim?” “Yok, onlar buraya gelirler.” Anlattılar çocuğa. Şimdi bu derse çalışıyor ama işlek bir zekâsı da yoktu, hoca derse kaldırıyor nanay! Yok, ertesi hafta gene yok. Üst sınıflardan bir abi buna “Sen yenisin, bu dersten daha çok kalırsın”. “Peki na’pıcam abi?” “Bak oğlum, yarın sabah kalkınca şu tebeşiri yut; bir, iki saatte ateşin çıkar; o zaman doktora çık, o da sana istirahat verip eve gönderir sen de anneni görürsün.”

 

Bunlar ertesi günü doktora çıkıyorlar, o ağabeyle Zeki doktorumuz Ahmet Rasim, bir de Davut adında Arnavut bir hastabakıcımız vardı, dereceyi koyuyor bunlara; ateşleri 39! Hastabakıcı “Aman doktor, galiba tifo vakası, bunları dış hastaneye gönderelim” diyor ve bir payton çağırılıyor. Doktor “39 derece ateş tespit ettim, tifo olma ihtimali var” diye de teşhisini yazıyor ve bizimkiler paytonla Gureba Hastanesi’ne gönderiliyorlar. Hastanede 24 saat karantinaya alınıyorlar ve doktor “Hiçbir şey yemesinler” diye de talimat veriyor. Bunlar yatarken gece karınları acıkıyor, hastaların dolaplarını karıştırıp buldukları ekmek, bisküvilerle güzelce karınlarını doyuruyorlar. Hastalar da ertesi günü hemşirelere söylüyorlar “Siz çocuklara hiçbir şey yemesin dediniz ama bunlar gece yediler”. Hemşire bunlara kızıyor “Piç kuruları, siz ne yaptınız? Siz yemek mi yediniz? Size söylemedim mi ben” derken doktor geliyor; ateşlerine bakılıyor: 36.5. Hiçbir şeyleri olmadığı anlaşılıyor. Olay başhekime intikal ediyor, başhekim de bizim doktor Ahmet Rasim’e ağır bir mektup yazıyor “Bundan sonra hasta sevk ederken dikkatlice muayene edip ondan sonra gönderiniz” şeklinde. Tabii Ahmet Rasim çok üzülüyor, bunlar okula geliyorlar; doktor çekiyor “Doğru söyleyin yoksa sizi idareye vereceğim. Okuldan attıracağım, tebeşir mi yuttunuz” falan olay açığa çıkıyor. Velhasıl Zeki bir buçuk ay izinsiz kaldıktan sonra matematiği öğrendi ondan sonra çıkabildi okuldan.

 

İşte bu izinsizlikler bizi haylazlıktan kurtarmıştır, sistemde başıboş bırakmaktan iyidir; biraz da şefkat dolu disiplin olsaydı daha iyi olurdu. Okulda hiç şefkat yoktu. Bedros, bize tırnak kesmeyi tarif etmişti; el tırnakları yuvarlak, ayak tırnakları düz kesilir şeklinde. Bir de diş macunu getirip hediye etmişti.

 

Hüseyin Siret edebiyata gelirdi; ben şiiri iyi okurdum, fen şubesine ayrılınca bana “Sen niye fene ayrıldın evladım, edebiyata gelmedin?” “Efendim ben fizik, kimyayı çok seviyorum” dediğim zaman bana Fransızca “Fösakrö” demişti. Fransızcada her alanda başarılı olana fösakrö/mukaddes ateş denir.

 

Reşat Alasya Hoca’nın da bir sözünü hiç unutamıyorum; bizim son sınıfta dersimize girdi. Mükemmel hocaydı; disiplinli olmasına rağmen biraz daha merhametliydi. Harp seneleri… Almanlar, Türkiye’ye ha girdi, ha girecek. Gazete alan arkadaşlarımız vardı, haberleri oradan okurduk. Bir gün hepimiz keyifsiziz, Reşat Hoca derse geldi: “Ne oluyor? Neyiniz var?” “İşte efendim Almanlar geliyor” falan… “Size ne? Bu memleketin başbakanı var, milli savunma bakanı var, genelkurmay başkanı var. Sizin vazifeniz okumak! Okumak! İyi ve bilgili bir vatandaş olarak yetişmek!”

 

Sınıfta kalma hakkı asla yoktur, çakarsan şayet,tarlar hemen okuldan, tanınmaz hiçbir mazeret! Bu sıkı ve acımasız disiplin, sevgi ve şefkat yokluğu Karartır ve nasırlaştırır herhal, körpe çocuk ruhunu…

 

Bilinçli bu yöntem sonucu, birtakım hasletler kazandırmakta Darüşşafaka; damgasını vurmakta, her şeye rağmen yetiştirdiği evlatlarına!

 

 

*****

 

           

Fotoğrafçılık…

 

Ben kimyaya çok meraklıydım; hafta sonları, yazları Darüşşafaka’dan malzeme alır evde pil, akümülatör filan yapardım. Bir de fotoğraf kâğıdı yapmaya merak etmiştim, eskiden kâğıdı fotoğrafçılar kendileri yaparlardı. Jelatini benmaride eritirsin, içinde sodyumiyodür, potasyumiyodür gibi maddeler olan bir karışımı karanlıkta kırmızı ışığın altında kâğıtlara sürersin; sonra onları saklardım, üzerlerine resim basardım. Bu işi kimya laboratuvarında yapardım, müthiş zevkliydi.

 

Fransızca hocamıza ‘Frankeştayn’ derdik, adam uzun boyluydu. Zombi, Frankeştayn filmlerini dehşetle izlerdik ve çok zevk alırdım. Şehzadebaşı’nda Ferah ve Yeni Sinema’ya giderdik. Okulda cuma günleri öğleden sonra sinema olurdu. Cumartesi günleri de eve çıkıyoruz. O günkü yemeklerimiz kadınbudu köfte (kıllı köfte derdik), tulumba tatlısı ve bir de sebze olurdu; en mutlu olduğum günlerdi.  Okulda sinema seyrederken salonda en önde büyükler, küçükler arkada otururdu. Bizler de görebilmek için tabureleri üst üste koyar çıkıp seyrederdik. Bir seferinde üç tane tabureyi üst üste koydum; çıktım tam filmi seyrederken birden karnım ağrımaya başladı. Nasıl kıvranıyorum, canım yanıyor ama filmi bırakmak da istemiyorum, derken kıvranırken paattt diye düştüm. “Ne oldu” filan, başıma toplandılar. Ben can havliyle üst kata çıktım, tuvaletler yukarı kattaydı. Tekrar koşa koşa geri dönmüştüm.

 

Darüşşafaka bitince kimya mühendisi olmak istiyordum. Avrupa imtihanlarına girdim, kazanamadım. Çünkü bu bölüm Teknik Üniversite’de yoktu, İstanbul Üniversitesi’nde de mühendislik formatı yoktu, kimyager yetiştiriyordu. Bu arada Teknik Üniversite’nin inşaat mühendisliği bölümünü kazanmıştım; sağa sola sordum, o zamanlarda muazzam yatırımlar vardı. İstikbali çok iyi diye tavsiye ettiler ve böylece inşaat mühendisi oldum.

 

Okulun disiplininin, hocalarımızın acımasızlığının bir meslek kazanmamızda etkisi olmuştur, çok gevşek olsaydı belki bugün ya esnaf ya da çırak olmuş olabilirdik.

 

 

Bugünkü Darüşşafaka…

 

Çocuklarımıza hürriyet verdiler, çocuklar kişiliklerini kazanmışlar. Okulda aile şefkati var ama bence biraz aşırıya kaçmış vaziyetteler, bizimki de ifrattı.

 

Darüşşafaka’dan başarı bekliyoruz, bizim tek beklentimiz bu. Bakıyorsunuz birçok özel liselerden, resmi liselerden pek çokları başarılı olmuş, topluma katkı yapan mesleklerde çalışıyorlar. Mühendis, doktor, hâkim, bilim adamı… Darüşşafaka’da bugün o başarı düşmüş vaziyette.

 

Darüşşafaka’nın spor kulübünün reklama yönelik çalışmalarını beğenmiyorum, ligde şampiyon olmasa da 2. veya 3. Lig takımı vaziyetinde ve bunun da iyi bir reklam olduğunu zannetmiyorum ve bağış miktarlarını da azalttığını düşünüyorum. Keşke bu ağırlık liseye verilseydi, Darüşşafaka liseler arası şampiyon olabilse bununla iftihar ederim.

 

Bugünkü Darüşşafaka, damgalamaktadır aynı hasletleri evlatlarına ine nitelikli, faziletli insanlar yetişmekte bu ocakta. Ancak çocuk ruhu, fazla örselenmemektedir. Artık çok şükür

çocuk ruhunu bilen, sevgi ve şefkat esirgemeyen, ruhbilimine aşina öğretmenler, eğitmenler revaçta!

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here