MAHMUT GÖKÇEN
1946-1955
NİĞMUT Nİİİİ…
Ben ilkokulda Erzincan’da birinci sınıfı okumadan ikinci sınıfa geçmiştim. O sıralarda abim Çatalca’da yedek subaylık yapıyordu, İkinci Dünya Harbi’nin sonlarıydı. İkinci sınıfa abimin yanında devam ettim. Abim Konya Sarayönü’ne tayin olunca, üçüncü sınıfı da orada okudum. Konya’dayken dördüncü sınıfa geçtiğimde bir gazete ilanında, Darüşşafaka’ya öğrenci alınacağını okuduk. Darüşşafaka’nın imtihanına girdim ve kazandım.
Erzincan depreminde teyzemlerle, üvey abimlerle birlikte oturuyormuşuz, bizden beş kişi vefat etmiş. Rahmetli babam, abim, ablam, teyzemin kocası ve teyzemin oğlu. Hiçbirini hatırlamıyorum. Yaşımı pek iyi bilmiyorum. Benim yaşım da Atatürk’ün yaşı gibi şüphe götürür. Niyet iyi ama.. Depremden sonra nüfus kütükleri tahrip olduğu için teyzem bana nüfus cüzdanı çıkartmak için nüfus memurluğuna götürdüğünde memura “Ne yazarsan yaz” diyor. Memur soruyor: “Hangi ayda doğdu?” Teyzem: “Gül ayında”. “O zaman mayıs ayı diyelim”. “Peki”. “Kaç yazalım” deyince de teyzem, “On iki yazıver” demiş. Yani yaşım için yazılan tarihler benim için kesin değil, şüpheli bir durum arz ediyor..
Erzincan depreminden sağ çıkıp da ebeveynleri ölenler İnönü’nün emriyle Darüşşafaka’ya getirilmişler. İnönü eğitime ve kültüre o kadar çok ehemmiyet verirdi ki o zamanlar Cumhurbaşkanı olduğu zamanda bile, Başbakanlığın deruhte ettiği ‘Cemiyeti Tedrise-i İslamiye’ denirdi Darüşşafaka için. İşte İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı sırasında Darüşşafaka’ya getirilen depremde yetim kalan çocukların arasında benim abim de vardı. Seyfi Gökçen, ziraat mühendisi, teyzemin oğlu Kemal Erturan da inşaat mühendisi oldular. O zamanların meşhur Teknik Üniversite mezunlarındandılar. Yani 50-52 senelerine münhasır özel mühendislerdendiler.
*****
Amcan? Teyzen? Halan?
Darüşşafaka’ya geldiğimde çok sağ olsunlar herkes bana sevgi ve sempati gösterdi. Mümeyyiz hocamız aynı zamanda müdür muaviniydi. Kaşımdaki yara ve eziklik zelzelede olmuştu, yüzüm enteresan olduğu için galiba bana giriş imtihanında çok basit sorular sordu: “Oğlum İstiklal Marşı’nı biliyor musun?”, “Evet, biliyorum efendim” dedim. “Söyle bakayım!” Ben, makamsız falan şarkı söyler gibi okudum. “Aferin oğlum, aferin” ama bu arada, oradakiler gülüyorlardı.
“Oğlum teyzen var mı” diye hoca sordu, biz o zamana kadar teyzeyi ‘eze’ diye bilirdik.
– Teyzem yok efendim.
– Niye? Oğlum annenin kız kardeşi falan yok mu?
– Haa.. Var efendim ezem. Ezem iki tane benim.
– Peki amcan var mı?
Amcayı da bilmiyorum, emi derdik amcaya.
– Amcam yok efendim.
– Oğlummm.. Babanın erkek kardeşi?
– Haa.. Var efendim. Bir tane emim var.
Halaya da bibi derdik.
– Halan var mı?
– Halam da yok.
– Oğlum, babanın kız kardeşi de mi yoktu?
– Haa.. Bibim var efendim. Gözleri de âmâ.
Darüşşafaka yıllarım böylece başladı.
*****
Niii…
Meşhur bir hikâye yazarımız vardır, Ömer Seyfettin. Edebiyat dersimizde onun revani satan bir satıcıyı anlatan hikâyesini okuyorduk. Hikâyede yazar ‘Revaniiii’ diye uzatmış. O sırada söz bana geldi ve ben de niii.. Uzun olduğu için aynı satıcı gibi ‘niiiii….revaniiiiii…’ diye uzattım. Ondan sonra da adımız ‘Niii’ kaldı.
“Çaycıya sigaranın ucunu gösterirdi…”
Aydan Erdini diye bir arkadaşım vardı. Rahatsızlığı nedeniyle dördüncü sınıfta kalmış. Biz dörde başlayınca o da yeniden bizimle okumaya başladı. Yatakhanede yataklarımız yan yana düştü. Aydan bana “Mahmut, ben geceleri tuvalete gitmeye korkuyorum. Seni uyandırırsam beni tuvalete götürür müsün” dedi. “Tabii, Aydan” dedim ama birkaç gecemiz sürekli tuvalete gidip gelmekten uykusuz geçmişti.
Sabahları kahvaltıda çaydanlıklarla çay dökülür ya, Darüşşafaka’da kazanla dağıtılırdı. Kazandan demliğe konup demlikten boşaltırlardı bardaklara. Bizim masa birinci masaydı. Çaycılar masalara birinci turu yaptıktan sonra ikinci tur çay vermezlerdi. Yani bir bardak çayla duracaksınız! Bizim Aydan çaycıyı tavlamış, meğerse adama sigara veriyormuş. Ben dokuz yaşındayım, Aydan on yaşında. Çaycıya cebinden sigaranın ucunu gösterince, çaycı da bizim masaya ikinci çayı dökerdi. Aydan İzmirliydi, hafta sonları evci çıkardı, sigarayı dışarı çıktığında aldırırmış!
Kahraman Mahmut!
Okuldan bir kere kaçtım. Onda da bir daha kaçmamaya tövbe ettim. Pazar akşamı mütalaa zamanındayız. Çocuklar dondurma almaya kim gitsin diye konuşup duruyorlar. Kim gitsin derken “Mahmut gitsin” dediler. Ben itiraz ediyorum “Yok, ben kaçmam” falan filan.. Beni duvara götürdüler. ‘On üç Adım’ diye bir yer vardı, bir-ikisi yardım etti, duvara çıktım; gittim dondurmayı aldım geldim. Sınıfa girdim, ooo.. Görme.. Herkes beni ‘kahraman’ diye karşıladı. Nasıl bir abarttılar çünkü hiç kaçmaya cesareti olmayan bir tiptim! Kanuni olmayan, aykırı olan şeyleri yapmaktan kaçınırdım hep.
“Ehh, biraz haylazdım…”
Orta halli bir sporcuydum. Basketbolu çata pata oynardım. Sahayı kaptığımız nispette.
Ama bizim devreden çok iyi oyuncular vardı: Şevket, Şeref, Batur, Hüdai, Hayrullah, Aytekin’ler…
Klasik müziği çok severdim. Her akşam yemeğinden sonra müzik odasına klasik müzik dinlemeye giderdim. Klasik müziğe bu nedenle aşinalığım vardı. Hatta müzik hocamız Tahir Sevenay benim üzerimde çok durmak istedi ama bende biraz haylazlık olduğu için bir şey olamadım.
Haylazlığım ne olabilir ki? Müziplik yaa. Mesela bir toplumda oturacaksınız benim aklıma bir sürü şey gelir. Nereye otursam, ne yapsam gibi. Tabii ki hocalarıma o türden bir şeyler yapmadım, çünkü ön plana çıkmak istemezdim hiç. Kişiliğim henüz oluşmadığı için çocuksu hareketlerim pek fazlaydı. Hani çam devirme, pot kırma mı denir, yani durup dururken bir şey söylersin içinde bulunduğun ortamı düşünmeden. Böyle davranışlarım olurdu.
*****
Rıfkı Bey
Rıfkı Hoca beni çok severdi. Erzincan felaketinin izlerini taşıdığım için zelzele çocuğu diye bana özel bir sempatisi vardı. Rıfkı Bey bize harçlığımız kalmadığında, borç harçlık verirdi. Beş kuruş isteriz beş kuruş verir, on kuruş isteriz on kuruş verirdi. Ama kime ne kadar verdiğini harçlık defterine de yazardı. Beni çok severdi ya, arada bir “Sana hiç para verdim mi” derdi, “Vermediniz hocam” deyince de “Öyleyse al sana on kuruş benden” diyerek bana harçlık verirdi. Yani kendi parasından bana para verirdi! Çok muhterem bir zattı. Kendisi Türkmenlerdendi. Taşlıca soyadını taşıyordu.
Rıfkı Bey, Şevket’in amcası oluyordu. Basketçi Şevket! Hiç ders çalışmazdı. Rıfkı Bey çok üstüne düşerdi, “Oğlum çalış, evladım çalış!” Döver çalışmaz, vurur çalışmaz, öyle bir çocuktu. Çok iyi bir çocuktu ama çalışmayınca Rıfkı Bey’i üzerdi. İşte öyle hasbel kader mezun oldu Şevket de.
“Hocam siz ne biçim hocalık yapıyorsunuz?”
Türkçe hocamız Ali Rıza Salman beni o kadar çok severdi ki, mesela bir seferinde ben imtihana kalkmışım bilememişim ama Ali Rıza Hoca bana dört vermiş. Bir hafta sonra da Bolulu arkadaşımız 268 Bahattin Sipahioğlu kalktı, hoca imtihan yapıyor, bilemedi. Hoca, Bahattin’e kızdı, “Otur yerine” dedi. Bunun üzerine Bahattin, “Hocam siz ne biçim hocalık yapıyorsunuz? İstediğinize istediğiniz notu veriyorsunuz, istemediğinize istemediğiniz notu veriyorsunuz” dedi. Aynen böyle söyledi. Bahattin’de bilemediği için zayıf alma korkusu var ya ondan. Ali Rıza Bey birdenbire kızdı, köpürdü “Sen kim oluyorsun! Benim not terazim, altın terazidir. Ben tartarak not veririm. Kime torpil yapıyormuşum, kimi kayırıyormuşum” diye, Bahattin’e bağırınca Bahattin de “Mesela Mahmut” demez mi! Ben de o gün derse çalışmamışım. Homurdanıp, kızıyorum Bahattin’e. Hoca hemen not defterinden benim notumu açtı, Bahattin’e “Bak bakalım!” dedi. “Dört, hocam!” demez mi. Eşşoğlu eşşek! Hoca vuruyor artık, sağdan soldan gözü bir şey görmüyor. Ve Ali Rıza Hoca’nın Bahattin’e attığı dayağı bir Bahattin, bir rahmetli Ali Rıza Salman bir Allah bir de ben bilirim. İşte böyle yani Bahattin benim yüzümden dayak yedi. Ama o sırada hocanın torpil yaptığı birkaç kişi daha vardı yani neden onları değil de beni görüyorlardı? Bu benim tuhafıma gitmişti.
Fakat zannediyorum ki hocalar beni diğerlerinden biraz daha fazla kayırıyorlardı. Bu da şöyle oluyordu: Şunu yap, bunu yapma şeklinde. Mesela bir gün edebiyat hocamız Avni Arınç bana “Mahmut, git şuradan şuraya kadar, Ahmet Üçok’la çalış” dedi. Hem beni biliyordu, bir şeye çalışınca daha iyi anlayacağımı hem de Ahmet’in ders çalışmadığını ve de çalışması icap ettiğini. Böylece ikimiz birden çalışıyorduk.
*****
“Hiçbir şey olamazdım…”
Darüşşafaka’ya girme olanağım olmasaydı bana göre hiçbir şey olamazdım. Darüşşafaka’ya girmeseydim ne olabilirdim diye her zaman düşündüm. Bununla ilgili bir fıkra anlatmak istiyorum: Adamın biri oğlunu marangozluğa vermiş. Oğlu marangozlukta hiçbir şey yapamamış, bir gün usta “Hoca, oğlunu buradan al, bu çocuk marangozlukta hiçbir şey öğrenemez” demiş. Bunun üzerine adam oğlunu demirciye götürmüş, orada da aynı şey olmuş. Usta, “Hoca, oğlunu buradan al, bu çocuk demircilik yapamaz!” Sonra adam oğlunu terziye götürmüş terzide de aynı şey olmuş. En sonunda adamın bir tanesi demiş ki “Hocam, senin oğlun hiçbir şeyi yapamaz; sen, onu okumaya ver!” İşte öyle… Belki de hiçbir şey olamazdım.
Neden diye düşündüğümde ise ihtiyacım olan sevgiyi orada bulduğumu düşünüyorum. Hocalarımın hepsi beni biliyordu, sevgi ve sempati duyuyorlardı. Mesela kompozisyon imtihanına giren on kişiden bir kişi kalacak olsa, o kalan muhakkak ben olurdum. Ama hocam kâğıtlara baktığı vakit “Bunu muhakkak Mahmut yazmıştır” diyerek, yani ismim kıvrık olarak saklı olduğu halde beni geçirmek için beş verirdi. Tahir Nejat’ın o iyiliğini hiç unutamam. Böyle yaptığı, bir gün kulağıma gelmişti.
Darüşşafaka’dan mezun olunca İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği’ne girdim. O sırada biz bir gruptuk. 3453 numaradan 3466 numaraya kadar Darüşşafakalı idik. 3453 burda deyince sonraki numaraları sayar hepimiz burda derdik! Hepimiz de mezun olduk. Kimimiz Türkiye Petrolleri’ne, kimimiz Devlet Su İşleri’ne, Karayolları’na falan dağıldık ama hiçbir zaman bağımız kopmadı.
Fakat benim üniversite hayatım çok zor geçti. Otursam size şurada anlatsam vay.. vay.. “Hayret yav! Bu da nasıl bitirmiş bu okulu” dersiniz. Çünkü aç ayı oynamaz. Üç sene aç gezdim. Eee.. Yok! Darüşşafaka Cemiyeti, üniversitede okurken bize burs verdi, çok çok müteşekkirim. Ayda 175 lira. Ama o para yaşamamız için yetmiyordu ne yazık ki. Yine çok şükür diyorum. Ben mezun olduktan sonra kendi sınıf arkadaşıma iki sene boyunca her ay 200 lira gönderdim çünkü ona 175 liranın yetmeyeceğini biliyordum. Bunu söylemekteki amacım o günkü ekonomik durumun kıyaslanabilmesi için.
Darüşşafaka’nın az ya da çok hepimize destek olduğunu asla inkâr edemeyiz. Belki bu okulda olmasaydık bir şey bile olamayabilirdik. Şartlarımız o kadar zordu ki Darüşşafaka’dan ayrıldıktan sonra bunu çok daha yakından görme şansım oldu.