ERHAN ERAN

0
300

 

ERHAN ERAN

1946-1955

264 ERHAN

 

İstanbul Karagümrük doğumluyum, babamı bir buçuk yaşımdayken kaybetmişim. İlkokulu Topkapı 31. Taş Mektep’te okudum. Babam hayattayken anneanneme Darüşşafaka’yı, öğrencilerini çok beğendiğini söylermiş, oradan ailemin bilgisi vardı. Sonra ilkokul öğretmenim Zehra Hanım, anneme söylemiş. Ben de imtihanına girdim; bizim dönemde kura yoktu ve ilkokul 4. sınıftan Darüşşafaka’ya başladım.

İlk başlarda küçük olduğumuz için doğal olarak biraz sıkıntılar çekiliyor, evinizde size ait bir odada kalırken orada kocaman ve kalabalık bir yatakhane… Önce onu yadırgadık sonra ilk bir-iki hafta bizi eve bırakmıyorlardı küçük olduğumuz için. Annelerimiz okula geliyordu fakat zamanla alışıyor insan.

Altıncı ve yedinci sınıflarda ikişer dersten, İngilizce- matematikten ikmale kaldım, altıncı sınıfta geçtim fakat yedinci sınıfta ikmalde dört alarak sınıfta kaldım. O sene benim için hem şans hem de şanssızlık oldu. Şöyle: Bir dersten sınıf geçme hakkı vardı. Kalanların bir kısmı bu şekilde üst sınıfa devam etti; tabii ben buna çok üzüldüm, çünkü iki dersten kalmıştım, üst sınıfa geçemedim. Bizde sınıfta kalmak abi-kardeşlik ilişkisi olduğu için çok üzücüdür. O seneye kadar ben hep evciydim ama annem hacca gittiği için bekâr kaldım ve demek ki okulda pek ders çalışamamışım. Fakat kaldığım sene hiç ders almadan sınıf ikincisi oldum ve mezun olana kadar da hep başlardaydım, hatta mezun olduğum sene kendi sınıfımı birinci olarak bitirdim. Yani sınıfta kalmak benim için bir dönüm noktası oldu. Sene sonunda âdettir, sınıf birincilerine hediye verilir. Ben İstanbul Valisi’nin elinden bir Parker marka dolmakalem ile Emniyet Sandığı’ndan 10 lira hesaplı bir kumbara almıştım.

Matematiğe ‘Bedros’ geliyordu; geometri de görüyorduk, ikmal imtihanında tahtada gönyeyi oturturken 30 ile 60 dereceyi şaşırdım, hoca gönyeyle kafama vurdu ve “Bak delikanlı bilmiyorsun!” dedi. Dolayısıyla da kaldım fakat Allah’ın takdirine bakın ki mimar oldum, işim de hep gönye ile.

 

*****

 

 

 

Hocalarımız

 

Bizim dönemde o eski nesil hocalar ayrıldılar ve yeni nesil hocalar geldiler; hepsi de çok kıymetli hocalardı.

 

Baha Dürder (ders kitabı olan), Haydar Ediskun, Tahir Nejat Gencan (dilbilgisi kitabı vardı), Ressam Kemal Zeren, Tahir Sevenay (müzik kitabı), Mithat İli (kimya ders kitapları yazıyordu), Hasan Kavruk…

 

Bu hocalarımızın hepsi kendi sahalarında çok iyiydi. İşin enteresan yanı hanım öğretmen de yoktu, İngilizce öğretmeni Gönül Hanım ve daha sonra Şeyda Hanım gelmişti, ikisi de güzel değillerdi ama bütün okul onlara hayrandı. Hafta sonlarında pek öyle bir yere gidecek, kız peşinde koşacak zamanımız da yoktu. Cumartesi öğlen çıkıp pazar akşamı dönerdik. Biz öyle yetiştik. Allah’ın işine bak, paatt dedik akademiyi kazandık. Hiçbir okul orasının eline su dökemez, Teknik Üniversite falan. Oohhhh… Serbest! Her sene yapılan akademi baloları çok meşhur olurdu; gazetelerde çıkardı. Okul o kadar rahat ki. Ama biz böyle kışla hayatı eğitime alışmışız, birbirimizden ayrılamıyoruz hiç, Sedat Erberk, Atilla Türe, Namık Kemal Meriç bir de ben, dört kişi ilk üç ay falan hiç ayrılmadık, daha sonra ortama alıştık. Sanatla iç içe olmak; her zaman heykel, resim sergisi, süsleme zaten mimarlıkta sanat ve her şey görsellikle orantılı, zamanla görerek alışıyorsunuz.

 

Felsefe hocamız biraz sol görüşlü dinamik bir kimseydi. Küçükken çok oyuncak oynamamış, lisedeyiz bir gün… Dersler bitti, Çarşambaydı. ‘Bekâr Yaylası’nda uçurtma uçuruyorduk, hoca da geldi, uçurtmayı ipinden çekip numaralar filan yapılıyor ya, bize tarif etmek isterken uçurtmanın ipi koptu. Hoca çok çok üzüldü, “Çocukluğumda ben hiç bunları yapamadım, hiç oyuncağım olmadı, uçurtma uçurmadım, çelik çomak oynamadım” demişti. Derste ellerini kollarını sürekli hareket ettirirdi, meğer küçükken akordeon çalarmış, böyle tikleri vardı. O günlerde Celal Bayar, Amerika’dan döndü; bizi de götürdüler. Karşılama yolunda her okul vardı, Saraçhane’de dizildik, bekledik, sonra biraz geç döndük okula. Onun dersiydi, “Neredesiniz?” “İşte böyle böyle. Baba Amerika’dan döndü, karşılamaya gittik!” Bir sinirlendi, “Ne babası? Şam babası!” şeklinde kolunu sallaya sallaya söylenmişti.

 

Hocalarımız bizlere derslerin dışında da çok şey anlatırlardı, çok iyi hatırlıyorum İhsan Tok hocamızın kahverengi elbisesi ve yeşil renkli parlamış bir kravatı vardı, onun boynunda biz ikinci bir kravat görmedik. Senelerce hep onu taktı, tabii harp yıllarından herkes etkileniyordu. Bizler de hocalarımızın bu davranışlarından biraz yakaladık, biz de aynıyız; kişiliğimize yansımış, mesela mezun olurken elbiselik kumaş ile gömlek alalım, kumaşı diktirelim diye para veriyorlardı ve orada diktirdiğim elbise ile dört beş sene akademide okudum.

 

*****

 

 

Zamanımızın sosyal yapısı…

 

Bizim zamanımızda aile yapıları, görgü, yaşantılar yani sosyal yapı bugünden değişikti. Büyük çoğunluk fakir kesimdi; bir de Laleli’de, Nişantaşı’nda asansörleri, kaloriferleri olan başka bir kesim vardı. Şimdi bu gelir ayırımda büyük uçurumlar var. Bizde ise standart bir yapı vardı; bu bir avantajdı. Cemiyette çalışırken kazanan öğrenciler için bir tahkikata gittim; öyle şeyler gördüm ki “Bir daha beni göndermeyin” dedim. Uçurum çok fazla, şimdi bu öğrenciyi böyle bir kolejde yetiştireceksiniz ve daha sonra o, ailenin yapısını değiştirecek. İşte bizim zamanımızda mahrumiyet de eşitti.

 

Yemekhanede porselen tabak, cam bardak yoktu, iki sene sonra geldi. Kalaylı bakır tabaklar, bardaklar, sürahiler vardı; çay, kazanda kaynatılırdı, bir tek büyük çaydanlık vardı.

 

Yiyeceklerimiz keza öyle. Herkesin giydiği dahili elbisesi bir taneydi; o da kolu, dirseği, poposu falan yamalıydı. Şimdiki resimlere bakıyorum, çocukların kıyafetlerine bayılıyorum. Öyle bir devirde yetiştik ki düşünün; bir bağışçı, okula patates bağışlamış ve tabii patatesler cücüklendi, bütün sınıf patates cücüğü ayıklamaya inerdik. Hayatımda patatesi en çok yediğim dönem o dönemdi, patates püresi, patates oturtması, patates yemeği… Yav, bahçıvan amcanın bahçedeki güllere ilaç alacak parası yok, tabiat bilgisi dersinde sınıfça bahçedeki güllerden bitleri ayıklıyorduk.

 

Okulda sporcuydum, basketbolda, voleybolda biraz iyiceydim, futbolda da sınıf maçlarında kalede duruyordum. Ortaokuldayken Niyazi Abi çalıştırıyordu bizi; okullar arasında basketbolda şampiyon olduk, voleybolda da ikinci olduk. Daha sonra Darüşşafaka genç takımında da oynadım fakat çoğu Darüşşafakalıda olduğu gibi zayıflıktan ve çok spor yapmaktan zafiyet geçirdim ve basketbolu bırakmak zorunda kaldım. Eğer devam etseydim ben de hiç fena değildim -ki, sınıf arkadaşlarım Batur’lar, Hüdai’ler falandı- okullar arası maçlarda tek başıma 25-30 sayı yapabiliyordum.

 

*****

 

 

Akademi

 

Spora olduğu kadar resme de merakım vardı ve resmim de iyiydi. Kemal Zeren ve Hasan Kavruk hocalardan çok şeyler öğrendik. Daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğim zaman okulda öğrendiğim bilgileri kullanmıştım.

 

Lisedeyken kendimi hep Mülkiye’ye hazırlamıştım, bu yüzden fen bölümüne de geçmemiştim. Yabancı dilimiz İngilizceydi, kolej dönemindeydik ve ben de hariciyeci olmak istiyordum. Mezun olduğumuz sene lise eğitimi dört seneden üçe indi ve o sene biz hem lise dörtler hem de lise üçler iki sınıf birden mezun olduk. Bu da benim için şanstı, yedinci sınıfta kaldığım sene bu şekilde telafi oldu fakat böyle bir öğrenci yoğunluğu olunca üniversiteler şaşırdılar, hiç imtihansız öğrenci alan okullar bile imtihan açtılar.

 

Siyasal Bilgiler’e de müthiş bir talep oldu; bu arada ben birkaç yere kayıt yaptırdım; biri Sultanahmet’teki Ticaret Yüksekokulu diğeri de akademi idi. Mülkiye imtihanları İstanbul’da yapılıyordu ama ben garantili olsun diye Ankara’daki imtihana girdim çünkü burslu okumak mecburiyetindeydim. İmtihanı yetmişli sıralardan kazandım, ilk altmış kişiye burs verileceği için Mülkiye’ye gidemedim. O arada İstanbul’da akademinin de imtihanı vardı, laf olsun diye ona da girdim, kazandım. Mimarlık mesleğinin geleceğini araştırınca parasal açıdan daha iyi olduğu, daha çok para kazanılacağı söylendi ve ben de akademide kaldım.

 

Mimar olduktan sonra hiç serbest çalışmadım. Ataköy inşaatlarında çalışırken arkadaşım Sedat ile beraber konkurlara katılıyorduk, sekiz konkurdan dört tanesinde derece aldık; birinci olsaydık, herhalde serbest çalışırdım fakat işime devam ettim. Bu arada çalışırken 17 sene 71’den 86’ya kadar akademide öğretim görevi de yaptım. 86’da yeni kampusun yapılma aşamasında Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu’na yedek üye olarak alındım. Yönetim kurulunda tek mimardım, kampus projesi müsabakaya çıkarken program çalışmalarında, jüride ve yapım aşamasında bilfiil bulundum.

 

*****

 

 

‘Silsile-i meratip’

 

Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonra bağlarım hiç kopmadı. Biz okurken bütün okul üç yüz kişi falandı, okulun tümünde birbirimizi tanıma imkânı vardı. Gerek kıyafetlerimiz gerekse davranışlarımız olarak askeri disiplinle yetiştik, o zaman için belki bizi sıktı ama o sıkılık hepimizi geri döndürdü.

 

Okulu yeni bitirmişiz, disiplinden sıkılmışız ama nerede toplanılıyor hemen oraya koşuyorduk. Mesela Darüşşafaka bir dönem sıkıntıdaydı; çağrıldık ve Sirkeci’de Büyük Postane’de toplandık “Ne olacak Darüşşafaka?” diye toplantılar yaparak çözümler aramıştık. Şimdi gençlere de söylüyoruz, üniversiteden mezun olunca insan ister istemez hayata atılıyor, böyle mazur görülecek seneler var fakat bu dönemleri aştıktan sonra alakalarını esirgememeleri lazım. Darüşşafaka’yı ayakta tutacak olan kendi içimizdeki birlikteliğin sağlanmasıdır. Darüşşafaka ilk kurulduğu zamana göre çok büyüdü, genişledi; eğitim, burslar, ÖSS’ye hazırlamak, spor kulübü…

 

Şu anda Darüşşafaka’nın üç ana sacayağı var: Cemiyet, mezunlar ve spor. Bu üç kol arasındaki organizasyon tam olmalıdır. Eski tabirle ‘silsile-i meratip’ işlemeli.

 

Saygı, birbirlerine bağlılık, iş hayatında birbirlerini tutmayı sağladığınız takdirde ve eğer seviyorsanız, hakikaten samimiyseniz Darüşşafakalı olduğunuzu hiçbir yerde saklamadan bize yüklediği misyonu temsil ederseniz ancak o vakit Darüşşafaka’yı tanıtıp halkın desteğini sağlayabilirsiniz. Ben her yerde Mimar Erhan’ın yanında bir de Darüşşafaka’yı temsil ettiğimin bilincindeyim.

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here