HÜSNÜ SÖYLER

0
140

 

 

 

HÜSNÜ SÖYLER

254 ‘BABA HÜSNÜ’

1937-1945

            1926’da Yugoslavya’dan Hayrabolu’ya naklettik kendimizi annemle ben. Babamı hiç tanımadım, ben iki yaşındayken ölmüş. Annem bir aileye hizmet yapıyordu, İstanbul’a gelmek vacip oldu. İstanbul’a geleceğimiz belli olunca Hayrabolu’da ziraat ve fen memuru olan Hilmi Bey isminde bir zat vardı. Anneme “Aman hanım, mutlaka bu çocuğu okutun” dedi. Ben o zamana kadar hiç okula gitmemiştim. 1933’te İstanbul’a geldik. İstanbul yabancı ve büyük bir yer. Annem, “çocuk başıbozuk dolaşmasın” diye beni hemen bir terlikçi ustasının yanına çırak verdi. Rami’de oturuyorduk. Rami İlkokulu’na başladım ve aşağı yukarı üç sene ilkokul üçüncü sınıf bitinceye kadar orada çalıştım. Ustam sabahleyin 05.00’te gelir beni kaldırırdı; giderdik dükkâna, 08.45’e kadar çalışırdım sonra okula giderdim. Okuldan 11.50’de dükkâna gelir, öğle yemeğimi yer sonra tekrar okula dönerdim. Ustam, biz fakiriz diye bana bakardı. Saat 15.30’da okul bitince tekrar dükkâna gelir, gece 23.00’e kadar terlik yapardık.

Annem, kıra bamya toplamaya falan gider, çalışırdı. Bir gün tesadüfen bamya toplarken kadınlardan biri “Senin çoluğun çocuğun yok mu” diye sormuş. Annem de “Bir oğlum var” deyince, kaç yaşımda olduğumu sormuş ve üçüncü sınıfta olduğumu öğrenince de “Aman bacım tamam, bak, benim Çarşamba’da Kumrulu Mescit’in imamı akrabamdır. Darüşşafaka’dakileri tanır, ahbapları var, senin oğlanı oraya yazdıralım” demiş.

*****

 Yahu bu adamın bıyıkları terlemiş!

Annem beni götürdü, sonra onlarla birlikte mektebe yazdırdılar. İmtihana girdim, kazandım, kurayı çektim falan. Kayıta geldik. Annem eski insanlardandı. Çarşaflı bir hanım. Kaydımızı yaptırırken adamcağız bize uzun uzun baktı, ben yaşıtlarımdan tam dört sene sonra başlamıştım okula. Yani büyüktüm.

Biz Yugoslavya’dan Hayrabolu’ya gelmiştik ama orası köy yeriydi. Okul da vardı, nedense benimle kimse alakadar olmamıştı. Ancak İstanbul’a gelince okula başlayabilmiştim.

Darüşşafaka’ya geldiğimde on dört yaşındaydım. İşte bu yüzden kaydımı yapacak olan adam tereddüt ediyordu. Karar veremedi herhalde, tam kapıdan çıkıyordu ki başka bir adam ona sordu “Nereye Cavit Bey” diye. Meğerse Cavit Bey müdür muavini imiş. “Kazım Bey, bak yahu, bu adamın bıyıkları terlemiş!” dedi ona. Kazım (Uz) Bey bana “Oğlum senin kayıt numaran kaç?” dedi. “295 efendim”. Baktı listeden, sonra “Cavit Bey, sen kaymakamlık yapmış adamsın. Bunların babalarının bir kısmı Çanakkale’de, bir kısmı İstiklal Harbi’nde kaldı. Bu nasılsa okuma fırsatını bulmuş okumuş buraya kadar gelmiş. Sonra biz de havada ararken yerde bulmuşuz. Bak beşinci girmiş mektebe. Kaydını yapalım” dedi. Böylece benim kaydımı yaptılar.

 

Sonradan öğrendim, Kazım Bey ona kaymakam demişti. Cavit Bey yarbay imiş. Kaymakamlık yarbaylık rütbesine denk geliyormuş.

 

           

Hilmi Bey

 

Darüşşafaka’da ilk günlerimde biraz yabancılık çektim ama çok uzun devam etmedi. Kaynaşma çabuk oldu. Hepimiz evden uzaktık, babalarımız yoktu. Öğrencilere bakan iki kişi vardı. Biri Rıfkı Hoca diğeri de Hilmi Bey’di. Hilmi Bey de yarbaylıktan emekliydi, o da askerdi yani. Hatta tarih dersimize de gelirdi.

 

Hilmi Bey, Araplara çok kızardı. Suriye çöllerinde ordumuz dağılmış, asker perişan geri çekiliyorlar. Terk ediyorlar Arabistan’ı. Ama herkes dağılmış, toplu geri çekilme yok. Bu vaziyetteyken Bedevi Araplar Türk askerine baskın yapıyor. Askerin sayısı çok az. Beş altı kişi ancak varlar. Bedeviler altın istiyorlar. Bizimkilerden biri “Altınları yedik” demiş. Arap bunu duyunca hemen çembiyesini çekip askerin üzerine yürüyor. Karnını yarıp altın arayacak. Hilmi Bey, Arapça biliyormuş açıklamış Araplara, “Biz yiyecek aldık, bizim paramız falan yok” dedikten sonra ancak kurtulmuşlar.

 

 

Kazım Uz

 

Meşhur musikişinas Kazım Uz. Dördüncü ve beşinci sınıflarda matematik dersimize girdi. Orta sınıfta da yazı dersimize gelmişti. Yazısı çok güzeldi. Arkadaşlarımız arasında çok çalışkanlar vardı.

 

Hüseyin Ersoy müthiş çalışkan bir çocuktu ama yazık ki mektebi bitiremeden öldü. Orta sondaydık, dönem sonu imtihanlarına giriyoruz. Hüseyin, tifo olmuş farkında değil. En son iki imtihan kalmıştı, Hüseyin kötüleşti. Revire yatırdılar. Hastaneye gitse imtihanlara giremeyeceği için sınıfta kalacak. Ama revirdeyken imtihanlara girmiş muamelesi yapılabilirdi. Son iki imtihan askerlik ve cimnastik dersleri. Askerlik dersimize Hamit Tekinsoy diye, bir yarbay giriyordu, ben de sınıf mümessiliyim “Hüsnü ne olacak, nasıl yapacağız bunu?” dedi, “Valla hocam, alın notlarına bakın, ona göre not verin. Hiç dokuzu yok, bütün dersleri on. Çocuk revirde yatıyor”. Bunun üzerine hoca Hüseyin’e not verdi, geçirdi. İki gün sonra da cimnastik imtihanı var, o hoca da bana sordu “Ne yapacağız” diye. Ona da aynı cevabı verdim. “Hocam, Hüseyin revirde otuz dokuz derece ateşle yatıyor, notlarına bakın ona göre notunu verin” dedim. Hüseyin cimnastikten de geçti. Sonra iyileşti revirden çıktı. Tifoyu ayakta geçirmişmiş zaten.

 

Hüseyin daha sonra Gureba Hastanesi’nde 9. Koğuş vardı; bu koğuş sırf intaniye hastalıkları bölümüydü, orada yattı bir süre. Oradan Yakacık’taki provantoryuma yatırdılar. Türkiye’de tek provantoryum. Oranın başhekimi olan zat Doktor İhsan Rıfat Sabar bizim mektepte müdür vekili idi. O sıralarda Darüşşafaka’nın müdürü değişmişti onun yerine gelen müdürün vekiliydi doktor. Doktor İhsan, hem başhekimlik yapıyordu hem de bizim mektepte müdür vekilliği. Kendisi Darüşşafaka mezunuydu. Çok iyi bir doktordu, hatta Fevzi Çakmak Paşa’nın kızlarına da o bakıyordu. İmtihanlar bitti. Biz ortayı bitirdik. Ama Hüseyin hastanede vefat etti.

 

*****

 

 

Atatürk hayranlığı…

 

Atatürk’ü iki kere gördüm. Biz Rami’de oturuyorduk ya. Rami’de şimdiki Askeri Cezaevi’nin ilerisinde askeri kışla vardı. O kışlada atış talimi yapılırdı. İran Şahı’nın babası Rıza Pehlevi Türkiye’ye geldiğinde Atatürk onu atış talim yerine götürmüştü, 1934’te. O zaman üstü açık bir arabada Rami’den geçerlerken görmüştüm.

 

Bir de yanında çırak olarak çalıştığım ustam beni Florya’ya götürmüştü. O zaman Atatürk’ü askılı mayosuyla denizde yüzerken görmüştük.

 

1938’de beşinci sınıftaydım. Atatürk’ü duyunca üzüldük ama küçük olduğumuz için Atatürk’ü tam bilmiyorduk. Mektepten bizi topluca Eminönü’ndeki Yeni Cami’ye götürdüler. Caminin önünde dizildik. Atatürk’ün naaşını taşıyan top arabası önümüzden geçti. Yavuz zırhlısı Gülhane Parkı’nın ucuna yanaşmıştı. O zamanlar Eminönü’nde iskele falan yoktu. Vapurlar köprüye yanaşırlardı. İşte o gün top arabası -Sirkeci’de askeri kışla vardır- oradan doğru gelip garın arasından Gülhane Parkı’nın arkasına doğru gitti. Çok çok kalabalıktı.

 

(Atatürk konusu açılınca Hüsnü Ağabey gerçekten canlandı, anılardan sıyrıldı. Sanki içinde bir kıvılcım çakmıştı. Hemen öbür odaya giderek elinde kalın ve eski bir kitapla döndü.)

 

Bak şimdi, bu Nutuk! Atatürk’ün değerini öğrenmeye başlayınca bu kitabı gittim Sahaflar Çarşısı’ndan aldım.

 

(Kitap eski yazıydı. Sayfalar sararmış, fakat hiç yırtık veya yıpranmış değildi. İlk sayfayı açtı, Atatürk’ün canlı gibi görünen siyah beyaz harika bir resmi… Öbür sayfada Osmanlıca ‘Nutuk’ yazıyor. Tabii ki ben o yazıyı bilmiyorum Hüsnü Ağabey okuyor.)

 

Bu Nutuk, 3006’ncı kitap. O zamanlarda kitaplarda numara olurdu. Kaçıncı kitap olduğuna dair. Ben sırf Atatürk’ün ‘Onuncu Yıl Nutku’nu öğrenmek için aldım bu eski yazı kitabı.

 

Hasan Âli Yücel dönemindeyiz. Eski yazı okuyup yazmak yasak. Kesinlikle öğrenilmeyecek. Ben bu yazıyı öğrenebilmek için Michael Zavako’nun eski Türkçeye çevrilmiş serisi Pardiyanlar serisi vardır. Aslı Fransızcadır. Bir arkadaşımla birlikte biz bu yazıyı Pardiyanlar’ı okuyarak öğrendik. Fransızcasını ve Eski Türkçesini okuyorduk, iki ciltti. Arkadaşımla beraber birini o, birini ben geceleri tuvalette okuyorduk. Çünkü aşağıda okumak yasaktı eski yazıyı. Eski yazıyı öğrenince de Atatürk’ün ‘Nutuk’ kitabını okudum.

 

*****

 

 

Tarikat şeyhinin evine götürdü bizi…

 

           

 

Rıfkı Hoca saat gibi bir adamdı. Sabah 06.00’da kalkar, namazını kılar; tam 06.30’da kalk zili çalar çalmaz bütün yatakhaneleri dolaşmaya başlardı. Kapıya tak tak vurur: “Kalkın, çabuk kalkın. Çabuk, çabuk” der, hemen aşağıya inerdi. Aşağılarda dolaşır, on beş dakika bekler, sonra tekrar gelirdi yatakhaneye bizi kaldırmak için. Darüşşafaka çok disiplinliydi. Her şey saatli, kurallıydı.

 

            Rıfkı Hoca ile ben iyi anlaşırdım. Onunla fikren ortak noktalarımız vardı. Dindar bir insandı, namazını hep kılardı. Biz de genç adamız, ben de onun yakınında namazımı kılardım. Cevdet İmer arkadaşım da çok dindardı. Bizi Eyüp’e götürürdü. Eyüp’te, Gümüşsuyu’nda eskiden kalan din adamları vardı: Tarikat şeyhleri.

 

Hatta çok enteresandır, bir bayram sabahı beni ve Cevdet’i yanına aldı, birlikte Çarşamba’dan Eyüp’e gittik. Ama nasıl bir yağmur yağıyor, sanki bardaktan boşanır gibi. Sırılsıklam olduk. Su, paçalarımızdan akıyor. Eyüp’teki o hocanın evine geldik. Bizi hemen içeriye aldılar, içerideki hanımlar elbiselerimizi aldılar. Bizi salona geçirdiler, o zamanki şartlarda kocaman bakır mangal yanıyordu, ateşler küllenmiş ısındık. Yarım saat kadar adam konuştu namazdan önce, sonra bayram namazımızı kıldık, elini öpüp bayramlaştık. Bu arada elbiselerimiz kurutulmuş, getirdiler ve döndük mektebe geldik.

 

            Musiki hocamız meşhur müsikişinas Zekai Dede’nin oğlu Ahmet Şükrü Efendi’ydi. Bize solfej öğretirdi. Biz enstrüman çalmadık. Evi Eyüp’te camiye yakındı. Evine giderdik. Onun bestelediği Darüşşafaka marşları vardır, pilav günlerimizde hâlâ okuruz. Biz orta sondayken, Birinci Dünya Harbi başlamıştı. Almanlar Bulgaristan’ı işgal etmiş. Bu arada ben sporcuydum ve spor müdürü olduğum için de spor odasının anahtarı da bendeydi. Musiki odamız kapandığı için biz spor odasında keman çalışırdık, Ahmet Şevket Ülkü ile. Ahmet daha evvel ilkokuldayken keman çalıyormuş. Meraklıydı. Yine bir gün biz keman çalışırken müdür geldi, Hasan Fehmi Çayköy. “Nee buu! Almanlar burnumuzun dibine gelmiş, siz hâlâ eğleniyorsunuz” diye, bize kızdı. Kemanımızı aldı, laboratuvara koydu. Adamcağızın spora ve müziğe karşı alerjisi vardı.

 

           

Hapis yatan keman!

 

 

Biz kemanı ancak savaş bitince yani lise sonda mektepten mezun olacağımız zamanlarda geri alabildik. Reşat Alasya bizim kimya hocamızdı. Bir gün Ahmet’e “Hadi, Reşat Hoca’ya söyleyelim bizim kemanı versin” dedim. “Olur” dedi. Reşat Hoca’ya anlattık. “Böyle böyle oldu, Hasan Fehmi Bey bizim kemanımızı aldı, laboratuvara koydu. Hocam kemanı bize iade eder misiniz?” dedik. Reşat Hoca, “Nasıl olur bu? Keman alınırmıymış yahu” diyerek, tabiat bilgisi hocasını çağırdı. O hoca, kemanın hikâyesini biliyordu çünkü Hasan Fehmi ona teslim etmişti. Reşat Hoca sorunca “Evet, keman duruyor” dedi. Laboratuvara kilitlenmişti keman. Çıkardı verdi kemanımızı. Ama iş işten geçmişti. Çünkü artık lise sondaydık. Yani kemanımız savaş suçlusuydu, savaş bitinceye kadar hapis yattı!

 

            Savaşın başladığını öğreniyoruz. Radyo madyo yoktu ki… Sabahları gazete gelirdi, okurduk. O gün Cumhuriyet gazetesi vardı, açtık ilk sayfada kocaman puntolarla ‘Almanlar Polonya’yı işgal etti’ diye yazıyordu. Savaş başlamış. O zamanlar süvariler, tanklar falan vardı. Savaş resimleri de gazetenin ön sayfasını doldurmuştu.

 

            Sene 1942… Ekmek yok.. Almanlar, Bulgaristan’a girmişler. Bize yaklaşmışlar, günlük ekmek payımız ince bir dilim ekmek. Bir de İstanbul Lisesi’nde imtihanlara giriyoruz, karnımız hiç doymuyor. Sabahları yediğimiz bir tabak çorba. O zamanki Darüşşafaka Cemiyeti Başkanı Aşkın Bey geldi, baktı bizim yediğimize sonra yukarıya ambar memurumuz Hamdi Bey’in yanına çıktı. Hamdi Bey’e hemen talimatı vermiş: “Hamdi, bu çocuklara sabahları iki yüz gram pirinç pilavı vereceksin. Ben sana pirinci tedarik ederim!” Nitekim ertesi günü pilav çıkmaya başlayınca karnımız da doydu.

 

Cemiyet Başkanı zat Tosya’ya gitmiş, bir kamyon pirinç, Trabzon tarafına gitmiş bir kamyon külekle sade tağı almış getirdi mektebe. Artık sabahları pirinç pilavı yemeye başladık.

 

            1942 yılında yaşananlar:

 

            13 Ocak 1942: İstanbul’da halka ekmek karnelerinin dağıtımına başlandı. Kaymakamlıklara gidemeyecek durumda olanların karneleri liseli kız ve erkek öğrenciler tarafından evlerine teslim ediliyor. Yapılan açıklamaya göre 7 yaşına kadar olan çocuklara günde 187.5 gram, erişkinlere 375 gram, ağır işçilere ise 750 gram ekmek verilecek.

 

            28 Şubat 1942: İstanbul’da karne ile kişi başına verilen günlük ekmek miktarı erişkinler için 300, çocukları için 150 grama düşürüldü.

 

            6 Mayıs 1942: Karne ile ekmek istihkakı giderek azalıyor. Kişi başına verilen ekmek miktarı 150 grama düşürüldü.

 

            9 Mayıs 1942: Her türlü tahıl ürününün devlete teslim edilmesi zorunlu hale getirildi.

 

            1 Ağustos 1942: Savaş nedeniyle bir süre önce yasaklanmış olan pasta, çörek ve benzeri yiyeceklerin yapımı ve satışı serbest bırakıldı.

 

İstanbul’da ekmek karneleri çıkarken muhtardan mektebe listeler geldi. Mahallemizde oturanların evlerinde kaç kişi olduklarını sayıp yazıyoruz. Ona göre karne verilecek. Arkadaşlardan bir tanesi bakmış; adamın, karısı ve beş çocuğu var. Normal karne yazsa karınları doymayacak, çünkü normal karnede yarım ekmek veriliyordu, ağır işçi karnesi yazmış. Bir gün adamın biri mektebin kapısına geldi, “Muharrem kim” diye soruyor. Karneleri dağıtılınca adam herkesten daha çok ekmek almış. Gidip muhtara sormuş “Bunları kim yazdı?” diye, muhtar da söylemiş bizim arkadaşın adını. Adam mektepte Muharrem Akyüz’ü buldu; sarıldı, teşekkür etti arkadaşımıza.

 

            Sonra gümrükte Darüşşafakalı biri varmış, bir gün mektebe kamyonlarla tonlarca hurma geldi. Tüccarın biri yurtdışından getirmiş ve sonra gümrükten malını çekmemiş. O hale geldik ki her gün üç öğün hurma yemeye başladık. Tatlı yerine hurma veriliyor bize. Mektebin arka bahçesinde çekirdeklerinden hurma ağaçları büyümüştü. Gümrükten bardaklar, çanaklar falan geldi; kermes yapılıp satılmıştı onlar da.

 

*****

 

 

Fotografçılık merakı…

 

Benim fotoğraf makinem vardı, resim çekiyordum. Çektiğim resimleri Şehzadebaşı’nda bir Ermeni fotoğrafçı, (adamla iyi arkadaş olmuştum) götürüp ona tab ettirirdim. Sekiz tane film olurdu, altmış paraya tab ettirirdim. Film yirmi yedi kuruştu, ben fotoğrafları üç buçuk kuruşa satardım. Bana iki kuruş kalırdı. Grup çekince kazanabilirdim ancak beş kişi oldu mu kazanamazdım. Tabii ki kalabalık gruplarda çok kazanırdım. Geçim kaynağım resimlerdi.

 

Annem Aydın’a gidince, ben mektepte bekâr kalmaya başladım. On beş günde bir yirmi beş kuruş bekâr aylığı veriyorlardı.

 

Arkadaşlarla sinemaya giderdik. Şehzadebaşı’nda üç tane sinema vardı. ‘Deniz Altında Yirmi Bin Fersah’ filmini seyretmiştik. O tarihlerde hiç denizaltı aracı diye bir şey yokken biz filmde denizaltını gördük. Tepebaşı’nda da tiyatroya giderdik.

 

Mektebe de sinema getirirlerdi sinema kulübündeki arkadaşlarımız. Kendimiz tiyatro yapardık. Ben biraz muhafazakâr olduğum için bekâr gecelerine girmezdim.

 

Atletizm yapıyordum. Sabah kalkınca ilk işim -mektebin etrafı iki yüz otuz metreydi- on tur koşmaktı. Duşun anahtarı da bendeydi, kışın soğuğunda bile duşa girip soğuk suyla yıkanırdım. Hiç üşümezdim. Şimdi halen yürüyorum, ellerimi hareket ettirmek için yaylarım vardır, sabahları yirmi beş kere o yaylarla egzersiz yapıyorum. Bugünkü sağlığımı Darüşşafaka’dayken yaptığım spora borçluyum.

 

Biz Darüşşafaka’ya elli yedi kişi girdik, on kişi de önceki sınıftan gelmişti, bizim dönem ilk başladığımızda altmış yedi kişiydi. 1939’da Erzincan zelzelesi olduğunda, İş Bankası Erzincan’dan Darüşşafaka’ya yüz kişi getirdi. Bunlardan bir kısmı da bizim sınıfa gelmişti. İşte toplam onlarla beraber son sınıfta yirmi sekiz kişi mezun olduk.

 

(Burada dikkatimi çeken şu oldu: Ülkenin yokluk yılları Darüşşafaka’yı da vurmuştu. Yetersiz beslenme oraya da hâkim olduğu için sağlığı bozulan, okuldan ayrılan veya yaşamını yitiren öğrenci sayısı bu dönemde çok fazla olmuş. Hüsnü Ağabey hatıra defterini gösterirken anlattıklarından bunları çıkardım. “Öldü”… “Öldü”… Bu sözcükleri her çevirdiği sayfada duydum.)

 

*****

 

 

Ya Darüşşafaka’ya giremeseydim !

 

Darüşşafaka olmasaydı ne olurdum? Bunu hep düşündüm. Hiçbir şey olmazdım. Herhalde Feshane’de işçi olurdum. Rami’de oturanların yüzde seksen-doksanı Feshane Mensucat Fabrikası’na işçi olarak giriyorlardı; benim de önümde görünen gelecek oydu. Ya da terlikçi olacaktım. Terlikçilikte de ne kadar başarı sağlardım, ne olurdum ne olamazdım bilemem. Belki ilerde daha iyi bir şeyler olabilirdim de ama o zamanlar öyle görünmüyordu. Çünkü babamı hiç bilmedim, annem tek bir kadın; şartlarımız belliydi. Bu günlerimize gelemezdim.

 

Ben küçükken Hayrabolu’da koyun, keçi güdüyordum. Harmanda öküzlerle eşeklerle düvencilik yapıyordum. Harman yapmak, bir buçuk ay sürer. Öğleden sonra harman savrulur, buğdaylar toplanır çuvallara doldurulurdu. Sonra çuvallar arabaya yüklenir, götürülüp kumun altına gömülürdü. Sonbahar gelince yine aynı insanlar çuvalları toprağın altından çıkarıp Tekirdağı’na satmaya götürürlerdi. Öküz arabasında bir buçuk günde giderdik Tekirdağı’na. Bu işleri yapıyordum! Başka bir seçeneğim yoktu ki!

 

İlkokula Rauf abiler Osman abiler sayesinde girdim. Onlara her zaman müteşekkirim.

 

Yazları çalışırdım; Balat’tan ekmek gelirdi, taze günlük bir okka ekmek beş kuruştu. Bir gün önceden kalan bayat ekmeği dört buçuk kuruşa satardım. Rami Kışlası’nın orada toptancılar pazarı vardı, orada güğümle su satardım. Bir maşrapa su on para idi, günde yirmi beş kuruş kazanırdım.

 

Lise bitince Yüksek Ticaret ve İktisat Mektebi’ne (İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi) girdim. Zaten lise sondayken aile dostumuzun kızıyla yani eşimle nişanlanmıştık. Annem Aydın’da olduğu için yüksek mektebe giderken nişanlımlarda kaldım. Kayınpeder beni bırakmadı, bu şekilde de okurken çalışmam gerekmedi.

 

Darüşşafaka’nın bana verdiği en büyük kazanç arkadaşlık ilişkileri, sıcaklık, sosyal yaşamdır. Orada sosyal çevre edindim. O yıllardan bugüne kadar hâlâ görüştüğümüz birçok arkadaşım var. Darüşşafaka ile ilşkilerimi hiç koparmadım. Her zaman toplantılarına katıldım.

 

*****

 

(Hüsnü Ağabey’in hatıra defterinden alıntılar yapmadan bu söyleşiyi bitiremedim.)

 

 

            24/8/1945

 

Geçmiş günlerin acı ve tatlı hatıralarını şayet bu sayfalar hatırlatacaksa ne mutlu size. Şayet bu sayfalar karşısında derin düşüncelere gelebilir ve mazinin karanlık günlerini parlatabilirseniz sizi cidden tebrik ederim. Fakat bu defter hatıralarımızı saklayadursun. Hatıralar daima zihninizde canlansın. O zaman bir şeyler daha ebedi olur zannındayım. Bu yazılar bizi sana hatırlatsın.

Cevdet İmer

 

Sevgili kardeşim Hüsnü, ayrılış ve özleyiş hüsranlarının hüzünlü zevkini tatmak için hazırladığın defterin benim olan sayfasına işte bir şeyler yazmak istiyorum. Fakat hiçbir zaman istemem ki bu defter ve içindeki geçici cümleler hayatında birinci derecede olmasın. Çünkü hayatının en büyük kısmını hatıralara ayırırsan, çok güzel ve unutulmaz olan olsa bile bu hatıralar şahsı kederlendirir uyuşuk ve melankolik olur, hayatın adamı değillerdir onlar. Halbuki gerek kendimiz ve gerekse mektebimiz için, bize daha fazla temin etmek üzere güzel hatıralardan ziyade pembe, acı tam hayatın imkânsız hakikatı lazımdır. Bu acı hakikatı anladığımız andadır ki hem şahsımıza hem de mektebimize faydalı olmaya başlarız. İşte bunun için bu sayfalar her zaman herkese bir basit hatıra olarak değil, enerji kaynağı olarak ve muayyen zamanlarda okuman için olsun isterim. O zamanları kolayca kestirebilirsin. İnsanın böyle anları çok boldur. Allah’a ısmarladık sevgili kardeşim, sevgili kardeşlerim ve sevgili mektebim.

 

Ne mutlu bize ki hayatımızın sonuna kadar sürecek olan Darüşşafaka ruhuyla gene karşılaşabileceğiz.

Faruk Dirge

 

*****

 

 

(1937-1944 Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok önemli dönemlerden biri. Aslında dünya tarihinde önemli bir dönem. Atatürk’ün son yılları, bir dünya savaşının başlaması ve bitmesi.. Ülkelerin işgalleri, Nazizm, milliyetçilik, sosyalizm akımları ve karşı kutupta kapitalizm. Dünyanın paylaşımı, savaş, savaş… Sömürgeleşmeye başkaldırı ve yıllar süren bir İstiklal Harbi sonunda yine çalan savaş çanları. Savaşın gölgesinde Darüşşafaka yılları…

 

            Hüsnü Ağabey ile söyleşimize başladık ama her başlangıç yaptığı her cümle Alman uçakları, İngiliz uçakları ile devam ediyordu. Savaşın getirdiği tedirginlikler, yokluklar… Bu nedenle Hüsnü Ağebey’in anılarında yolculuk ona sık sık iç geçirtip acılı yılları anımsattı bol bol. Bugün bizler için sadece kitaplarda okuduğumuz ve okurken sadece bilimsel yönleriyle ilgilendiğimiz yıllar, onun çocukluğunu ve gençliğini yaşadığı yıllardı.)

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here