149 HAMİT KETENCİ
1938-1945
Darüşşafaka’dayken soyadım Başar idi, mezun olup üniversiteyi de bitirdikten sonra Elazığ’a tayin oldum, Elazığ’dayken değiştirerek Ketenci soyadını aldım.
Darüşşafaka’ya gelişim çok acı! Çok acı!
Rize’nin Liman Köyü’nde ailemize Hacıoğulları denirdi, Kalkavanlar gibi Rize’nin üst tabaka, zengin ailelerinden biriydik. Annem, babamın üçüncü hanımıydı; babamın ikinci hanımından iki ağabeyim, annemden ise ben ve kız kardeşim vardık. Sanırım üç-dört yaşlarındaydım. Babamızı kaybettik, yetim kaldık.
Köyümüzdeki ilkokul üç sınıflıydı yani beşe kadar değildi. İlk üç sınıfı köyde okuduktan sonra diğer sınıfları okumak için beş kilometre ilerdeki Çayeli’ne gitmek zorundaydık. O zamanlarda havalar böyle değildi, kar yağınca yol bel kalmaz, yine de çocuklar okumaya her gün Çayeli’ne giderdi. Ben de gittim. Okumak çok zordu. Ağabeyim Darüşşafaka’ya gitmişti. O bitirip ‘Askeri Tıbbiye’ye başlayınca ben de İstanbul’a gelip Darüşşafaka’nın imtihanına girdim ve kazandım.
Kura zamanı bizleri bir konferans salonuna aldılar, üst katta kütüphanenin karşısındaydı. Kura çekecek talebeler, kura heyeti; herkes toplanmıştı. Ağabeyimle ben kapıda bekliyorduk. O an gözümün önünden hiç gitmiyor. ‘Okul’ ya da ‘Boş’ diyorlardı. Sıra bana geldi, ‘Okuuulll’ dendi. Duyduğuma inanamamıştım. Yaşadığım sevinci hâlâ içimde hissederim.
Yaşamamız gereken neyse yaşanacaktır.
Köydeyken kendimce araştırmalar yapardım. Ördek yavruları yumurtadan yirmi dokuz günde çıkar, tavuk yumurtasından ise civciv yirmi bir günde çıkar. Bir gün kuluçkaya yatan tavuğun altına önce üç-dört tane ördek yumurtası koydum, bir hafta sonra da onların yanına tavuk yumurtaları koydum. Zaman dolunca hepsi beraber yumurtalardan çıktı. Ben de bakıyorum; tavuk, onları görünce ne yapacak diye. Ama tavuk hiç ayırt etmedi, hepsi onun civcivi gibi öne düştü tıp tıp tıp götürmeye başladı civcivleri. Civcivler de analarının peşinden yürüyorlar ama bahçeye çıktıkları anda yollarının üstüne gelecek şekilde havuz gibi bir su birikintisini de önceden hazırlamıştım. Su birikintisinin önünden geçerlerken inanmazsınız, daha yumurtadan yeni çıkmış ördek yavruları hepsi birden kendilerini suya attılar. Vıyykk vıyykk yüzmeye başladılar. Tavuk suyun kenarında kıyametleri koparıyor: Gıt gıt gıt, “Gelin buraya, boğulacaksınız” anlamında, öbür yavrular ise durdular, analarının arkasında bekliyorlar. Tavuk baktı, ördeklerin aldırdığı yok; onlara bir şey yapamayacağını anlayınca öbür civcivleri aldı, suyun kenarından dolaştı gitti. İşte hayat bu. Bunu değiştirmeye kalkmamak lazım. Yaşamamız gereken neyse yaşanacaktır.
Köyde geceleri Hopa’dan limandan kalkan gemilere bakardım. Işıkları yanıp söndükçe “Allahım ben bir gün buna binebilir miyim” gibisinden düşünürdüm. Yetimiz; baba yok, geleceğimiz belirsiz. Benim böyle üzüldüğümü görünce annem de bana “Eğer ardı ardına dokuz gece, dokuz yıldız sayarsan dileğin kabul olur oğlum” demişti. Ama Karadeniz’in havası öyle berbattır ki, dokuz gece ardı ardına yıldız göremezsin çünkü havanın açıklığı dokuz gün sürmez. Ya yağmur yağar ya da kapanır. Ben her hava açıldığında saymaya başlardım fakat beş-altı geceden sonra yine hava kapanır, sonra dualarım kabul olmayacak diye üzülürdüm.
*****
Benim Darüşşafakam…
Darüşşafaka var ya… Fatih’teki Darüşşafaka! İşte o Fatih’teki Darüşşafaka, Darüşşafaka’dır benim gözümde ve beni nasıl kabul ederseniz edin; ben, ananelerini yaşatmak isteyen bir millettenim. Yani demek istiyorum ki Darüşşafaka’nın nasıl kurulduğunu, yoksullara kapısını nasıl açtığını, hayırsever vatandaşların belki de kendileri aç kalıp bize yardım ederek okumamız için nasıl desteklediklerini size anlatmama gerek yok.
Ben işte hep bu ananelerin sürdürülmesini istiyorum. Bugün Alman Lisesi yaşıyor, Amerikan Lisesi yaşıyor, Ermeni Hastanesi yaşıyor ama bizim okullarımız kapatılıyor. Kendi dilimizdeki eğitimden çocuklarımız uzaklaştırılıyor. Ben, bugün Darüşşafaka’ya gidip de bir pilav yediğim zaman o eski Darüşşafaka’yı hatırlıyorum. Ve ben o zamanki Darüşşafaka’yı istiyorum.
Hocalık misyonunu taşıyan kişilerdi.
Hocalarımızda hocalık misyonu vardı. Bir Kazım Uz, bir Tahir-ül Mevlevi, bir Hüseyin Siret…
Ben matematik, fizik, kimya gibi fen derslerini gözüm kapalı yapardım. Ama tarih, coğrafyaya gelince çalışmak mecburiyetindeydim. Yani zor hallederdim bu dersleri. Hocalarım benim bu kabiliyetimi bildikleri için çok fazla baskı yapmazlardı. İşte tam hocalık misyonu buydu.
Lise birdeydim, fen derslerimin yanı sıra edebiyattan da çok iyiydim. Bir gün edebiyat hocamız Tahir Nejat Gencan imtihan yaptı, neticesinde de notları vererek “İtirazı olan var mı” diye sınıfa sordu. Ben de bu lafı üzerine “Hocam benim bir notumu niye kırdınız?” Çünkü biliyorum ki edebiyattan çok iyiydim; noktaya, virgüle varıncaya kadar hiç eksiğim olmazdı. Tahir Hoca “Bak Hamit, senin adın nasıl yazılıyor? Hamit’teki ‘a’nın üzerinde aksan var mı, yok mu” diyerek kâğıdımı gösterdi. Aksanı koymadım diye bir not kırmıştı.
Darüşşafaka’da bütün derslerden en az dokuz alırdım, hep yüksek puanlar… Resim ve musiki hocalarım benim fen derslerinden çok üstün olduğumu bildikleri için bu derslerden bana daima toleranslı davranırlardı. Musiki hocam benden başka herkese keman çaldırır, bana gelince “Hamit, bir sol anahtarı çiz” der ve bana tam puan verirdi. Resim hocam da herkese ayrı şey koyar; resim yaptırır, bana bir bardak koyar, çizmemi ister ve notu verirdi.
19 Mayıs provaları için ‘Basın Siteleri’ne giderdik, bir gün provaya gitmedim, kaçtım. Nuri Öz adında bir cimnastik hocamız vardı, bütün derslerim pekiyi olduğu halde hoca provalardan kaçtığım için cimnastikten geçmez notu veriyor. İlk karne notum çok iyi ama ikinci karne geçemeyecek hale geliyorum ve öğretmenler kuruluna havale ediliyorum. Öğretmenler kurulu toplanınca, her hoca notumu okuyor; hepsi on olmasına rağmen cimnastik hocası “Hamit benden geçemez” diyor. Bunun üzerine bütün hocalar not defterlerini kapatıyorlar. “Eğer Hamit geçmezse biz de buradan kalkıyoruz” diyorlar. Hoca kızıyor: “Olur mu bu?”, “Hayır, vereceksin veyahut kalkıyoruz!” Nuri Hoca, “Peki, buna geçer not vereceğim ama bundan sonrakilere vermeyeceğim” diyor ve beni kurul kararıyla geçiriyorlar. Eğer cimnastikten kalırsam o yaz Rize’ye gidemeyip okulda kalacağım.
Ertesi sene Hüsnü Söyler diye bir arkadaşım var. Hüsnü, cimnastiğe meraklı ve çok iyi yapıyor; devamlı öğretmenin yanında. Öğretmen gene bizi imtihan ediyor, birinci karne imtihanındayız…
Cimnastikhanede tavandan sarkan ipler var, bense çelimsiz bir adamım. Benim o iplere çıkmama imkân yok. Ama imtihanda tırmanacaksın, bir de tahtalar vardı; onların üzerinden de parende atacaksın. Onu da yaptım, sonra okulun etrafında dört kere koşacaksın, onu da koştum geldim. Hüsnü Hoca’nın yanında, durmadan bana bakıyor; geldi etrafımda dolaştı, baktı, baktı… Bende hiç yorulma izi yok “Yahu bu, sabaha kadar koşsa yorulmaz” dedi ve hoca mecbur oldu bana tam numara vermeye. Yani kendimi öyle bir ayarladım ki, okulun etrafını kırk kere döneceğim ve o tam notu alacaktım.
Lise sonda fen ve edebiyat sınıflarına ayrılırdık. Ben fene geçtim, fen sınıfına geçenler on beş yirmi kişi kadar vardık yani epeyce kalabalıktık. Matematik hocamız ‘Mantık Lütfi’ geldi; şöyle bir baktı, tabii herkesin kabiliyetini biliyor, ona göre kaldırıp, elimize tebeşiri verip, soru sorardı. Beni kaldırmadı çünkü benim fen sınıfında kalmamı istiyordu. Hüseyin’i kaldırdı, bir problem sordu. Hüseyin şapşalladı, bunun üzerine “Sen bilirsin Hüseyin, gördün. İstersen bu bölümde kal!” Tabii yapamayan tebeşiri atıp öbür sınıfa geçmeye başladı. Azmi’yi kaldırdı, o da aynı vaziyette. Hoca “Sen bilirsin Azmi!” Azmi, tebeşiri attı; “Gitmiyorum” dedi. Azmi, fen sınıfında kaldı ama bizimle geçemedi yani liseyi bitiremedi. Sonuçta fen sınıfında sekiz on kişi kalmıştık.
Lise sondaydım. Sabah kahvaltısından çıktık, sıraya geçilip yukarıya mütalaaya geçilir, sıradayız… Rıfkı Bey düdüğünü öttürdü. Arkadakiler de sıraya geçsinler anlamında. Ben sıranın sol tarafındaydım, yanımda iki kişi daha vardı. Düdüğü duyunca gayri ihtiyari geriye şöyle bir baktım. Rıfkı Bey benden önce neye kızdı bilmiyorum, ‘149’ dediğini duydum; suratıma bir tokat geldi, burnumdan şakır şakır kanlar akmaya başladı. Hiçbir şey demeden; gittim, muslukta burnumu yıkadım sonra mütalaaya gittim. Rıfkı Bey o kadar çok üzülmüştü ki bunu her halinden hissettirdi bana. Nur içinde yatsın. O, bu davranışını hiç unutamadı, ben de unutamadım. Darüşşafaka bittikten sonra ‘Askeri Tıbbiye’de okurken daha sonraları da İstanbul’a geldiğim zamanlar Darüşşafaka’ya gider, Rıfkı Bey’i alır, Beyazıt’ta bir üniversite lokantası vardı; oraya götürür, beraber yemek yiyip, sohbet ederdik. Ağabeyim Beşiktaş’ta oturuyordu, bazen de onun evine götürürdüm; yemekten sonra da okula tekrar geri götürürdüm.
*****
Kemal Be!, Kemal Bey! Umdeleriniz nedir?
Atatürk’ü kaybettiğimizde beşinci sınıftaydım. O günkü dönemde Atatürk’e saygımız, sevgimiz bütündü. Bizler O’nun ilkeleri doğrultusunda gitmeye gayret ederdik. Ama nasıl giderdik, bunun cevabı şöyle: Bize bıraktığı ilim ve fende ilerlemeye çalışırdık. Hocalarımız müthiş Atatürkçüydü. Biz de bu sayede Atatürkçü yetiştik. İlk Halkevleri’nde Halk Partisi’nin çıkardığı kitaplar ve Atatürk’ün ‘Nutuk’u arkasındaki ilave vesikalarla birlikte evimde vardır. Ben bunları hâlâ okurum. Öncelikle Atatürk bizden ne istiyor, bunu bilmemiz gerekiyor.
Mesela bir örnek anlatayım: O zamanlar sadece Ankara ve İstanbul’da masonluk var. Mim Kemal Öke, Atatürk’le görüşmek için Çankaya’ya gidiyor; “Paşam, gel seni mason yapalım” diyor. Atatürk’ün “Kemal Bey! Kemal Bey! Umdeleriniz nedir?” sorusuna Mim Kemal Öke “Yurtta sulh! Cihanda sulh!” diyor. Atatürk’ün cevabı “Kemal Bey! Kemal Bey! Cihanda sulhu bize bırak, karışma sen bu kadar” oluyor. Mim Kemal Öke, Çankaya’dan nasıl çıkacağını bilemiyor.
Mim Kemal Öke, mason locası başkanıdır ve o Çankaya’dan çıkar çıkmaz hemen telgraf çekiliyor; İstanbul ve Ankara’daki bütün mason locaları kapatılıyor. Yani Atatürk’ün zamanında masonluk yoktu ve ölene kadar da kimse ağzını açamıyor.
*****
1944 gençliği
Benim gençliğimde ciddi bir devlet vardı. İnönü hakikaten reisicumhur, Recep Peker hakikaten başbakandı. Devlet vardı. Herkes ağzına geleni konuşamaz, herkes istediğini yapamazdı. Eğer siz devleti saydırabilir ve mevkinize saygınlık kazandırabilirseniz o zaman değerli olursunuz. Atatürk’ün sağlığında İngiltere Kralı İstanbul’a geldiğinde Atatürk onu Dolmabahçe’nin rıhtımında karşıladı.
Birinci Dünya Harbi yıllarıydı benim Darüşşafaka’da okuduğum yıllar. Ekmeği karneyle alırdık, 150 gramlıktı ekmek karnemiz. Fakat benim bir şansım vardı Karaköy’den Tophane’ye doğru gelirken hemşehrimiz Karadenizli bir fırıncımız vardı. Ben hafta sonları dışarı çıktığımda oraya uğrayabildiğim sıralarda bana karnesiz ekmek atardı. Aslında karnesiz ekmek vermek yasaktı ama bana bir tane atardı işte. O ekmeği nasıl yerdim! Bu karne durumu ben askeri okuldayken de devam etmişti. Darüşşafaka’da ekseriyetle yemeklerimiz kuru fasulye, pilav, hoşaftı. Bu bizim en lüks yemeğimizdi. Nur içinde yatsınlar Darüşşafaka’nın hamileri bizi aç bırakmadılar.
Bir gün yemekhanede nöbetçiydim, yemekte gözleme var ve her masada altı kişi otururdu. Mehmet Ali aşçıyla beraber herkese birer tane olmak üzere bütün masalara gözlemeleri dağıttık. Yirmi kadar gözleme arttı. Baştan, lise son sınıflardan başlayarak her masaya yetiştiği yere kadar birer tane daha dağıtılsın dedim ve gözlemeler o şekilde paylaştırıldı. Neyse kapılar açıldı, içeriye girdik. Talip gözlemeleri görünce “Ulan ne bu? Bunun hepsini niye bize koymadın?” diyerek bana öfkelendi, hırsını alamadı ve “Gel lan buraya, çık dışarı!” bağırıyor. Beni dövecek, eyvah! Bir vursa yere yapıştırır beni. Kalktım dışarı giderken sofradaki arkadaşlar “Otur otur” diyerek beni kurtarmışlardı. Memleket dökülüyordu, bakımsızlık, yetersiz beslenme, fakirlik, verem almış yürümüştü.
Orta sondaydık. Hüseyin Ersoy arkadaşımız hastalandı. Tüberküloz olmuş. Provatoryuma yattı. Hüseyin müthiş çalışkan bir çocuktu, her dersten on alırdı; dokuz buçuk veremezsin öyle çalışkandı. Son karnede spor sahasının orada cimnastikhanenin kapısındaydık. Hüseyin göğsünü tutuyordu, “Bak Hamit, ben gene hastayım; acaba sınıfı geçebilecek miyim? Ne olacak benim halim” dedi. Bööyle göğsünü tutuyor. “Hüseyin ne demek bu? Sana hocalar imtihan etmeden not verirler” dedim. Fakat Hüseyin ertesi günü tekrar kan kusmaya başladı, provatoryuma gitti ve o gidişi sondu…
Askeri talimler
İçinde yaşadığımız harp yıllarında insanlar mütemadiyen askere alınıyordu, heyecanla beklerdik bizi de alacaklar diye. Lisenin son iki sınıfında ve fakültenin ilk iki yılında yazları asker talimleri yapardık. Sadece biz askeri talebeler değil tüm fakülte öğrencileri için zorunluydu bu askeri kamplar. Fakültelerdeki kız talebeler gelmezdi bu kamplara. Değişik yerlerde gruplar halinde yapılırdı. Fakülte birinci ve ikinci sınıflarda askerlik dersi görürdük, yazın okullar kapanınca da kampa gidip talim yapardık. Kamplarda asker elbisesi de giyilirdi.
Bir defasında Rumelikavağı’nın üstünde bir yerlerde çadırları kurduk, kamptayız. İki yüz kişi vardık; yürüyüşler yapıyoruz, mavzerlerle atış talimleri yapıyoruz filan hatta bazen Rus gemileri de gelirdi. Bir gün gece yarısıydı, nasıl bir fırtına koptu ama müthiş! Üzerimizden çadırlarımız fırladı, uçtu gitti, yağmur; tufan gibi yağıyor. Çocuklar bağırıyorlar, koşuşturuyoruz oraya buraya “Ne yapacağız, ne edeceğiz” derken atlı subaylar geldi. Çektiler tabancalarını “Kimse konuşmasın” diyerek bizi susturdular ve orada yapılacak olan yanlış hareketlerimizi engellediler. Bizi aşağıya indirdiler, kışladaki askeri boşaltıp bizi koydular. Susup teskin oluncaya kadar bir-iki gün kışlada kaldık sonra yine yukarıya çıktık.
Birinde de kampta bit sarmıştı hepimizi. Nasıl bitlendik, nasıl! Hiç sorma. Her tarafımız kabarmıştı.
*****
Beş kuruş biriktirip anneme çorap alırdım.
Bakın bunlar, çocukluğumdan itibaren beynime aldığım fotoğraflarla etrafımda temas ettiğim kimselerden kazandığım görüşlerle yani ergenlik dönemlerimde oluşan hislerdir. Gençliğim Darüşşafaka’da geçti ama ben tutup da Darüşşafaka’da ‘Pecos Bill’ okumadım, Mehmet Akif’in ‘Safahat’ını, Namık Kemal’i, Nâzım Hikmet’i, Nihal Adsız’ı okurduk. Onları okuduğumuz zaman duygularımız şahlanırdı.
Coğrafya hocamızın ceketinin önleri terermiş, yırtıktı, kolları eskimişti ama okuldan para almazdı.
Fransızca hocamız Lebit İsfendiyaroğlu; Moda’daki kolejden hocalık teklif edildiği ve Kadıköy’de o okula yakın oturduğu halde sırf Darüşşafaka’ya hizmet vermek için karda kıyamette derse gelirdi. Belki de o kolejdekinden çok çok düşük bir paraya. İşte bunlardan siz olsanız etkilenmez miydiniz? Fakat etkilenebilmek için de yine ona meyyal bir yapınızın olması gerekiyor. Şunu söyleyeceğim: Yaradılışın ve muhitin de tesiri vardı. Ben şu tarafa değil de hep bu tarafa baktım.
Benim çocukluğumda büyüklerimiz Rize’de bir motora portakal, mandalina doldurup Batum’a, Sochi’ye gider oralarda malları satıp; gaz, tuz, şeker getirir, geçinir giderdik. Kırım’a, Moskova’ya giderler, aynı ticareti yaparlardı. Yani Ruslarla bir iç içelik vardı. Başka ülkelerin tesiriyle bu ticaret kapatılınca biz de aç kaldık. Ben bunların tesiri altında büyüdüm. Rusların yaşantısını bildiğim ve o tarafa meyyal düşüncelerden ne kastedildiğini iyi bildiğim için okuduklarımın da tesiriyle bu tarafa döndüm.
Ben Darüşşafaka’ya geldiğim zaman aklım hep Rize’de köydeydi. Orada bir kız kardeşim ve annem vardı. Rize’den vapura bindiğimde (evimiz karşıdan görünürdü) gemi limanda o burundan dönüp de Trabzon’a doğru açılıncaya kadar arka taraftan bakardım, anam köyde yalnız ne yapacak diye. Darüşşafaka’da yirmi beş kuruş harçlık verirlerdi, o kuruşları hiç harcamazdım. Sinemaya gitmezdim, çarşıda bir şeyler almazdım, kuruşları biriktirip kız kardeşime demse koka alırdım, oya yapsın çeyizine koysun diye, beş kuruş biriktirip anneme çorap alırdım. Hep onları düşünürdüm, bu yüzden sürekli ders çalışırdım, sporla falan hiç ilgilenemedim. Yalnızca pinpon oynadım.
*****
Dişçilik mektebine girdim.
Darüşşafaka’dan mezun olunca fakülte olarak dişçilik mektebine otuz kişi alınacaktı, imtihanı kazandım girdim ama bu okula girebilmek için Türkiye çapında iyi puan almak gerekiyordu. Benim de fenim, matematiğim iyi olduğu için kazandım. Fakültedeki hocaların hepsi Almandı. Dişçiliği seçmemin nedeni memleketim Rize’de hiç dişçi yoktu, o dönem için geçer meslekti. Fakat fakültede okuyabilmek için bir yerde yatıp kalkmam lazım, yani kalacak yerim yoktu. O sırada askeriyeye talebe alınacak diye ilan vardı ben de askeriyeye de müracaat ettim böylece askeriye adına okumuş oldum. Askeriye bana büyük imkânlar vermiş oldu. Mezun olunca devlete on beş sene zorunlu hizmetimi tamamlayarak albay olarak ayrıldım.
Darüşşafaka için ağlıyorum.
Benim ecdadımın kurduğu o müesseseyi Kâbe diye kabul ediyorum. Orayı gidip gördüğüm zaman haccı görmüş kadar mutlu oluyorum. Bir gün Necati ile gitmiştik, kapıdan içeriye giremedik. Ziraat Bankası orayı işgal etmiş, arabalarını koymuşlar; içeride köpekler var, gezemedim Darüşşafakamızı. Pencerelerinden güvercinler girip çıkıyor, bina harap olmuş, yıkılıyor; Darüşşafaka için ağlıyorum.
Hep söylerim: Alman, İtalyan, Amerikan liseleri yerinde duruyorken gittiler, Darüşşafaka’yı oradan yerinden çıkardılar. Darüşşafaka Fatih’teki aynı yerinde yine eğitimin bir parçası olarak kalacaktı. Bu konudaki hissiyatımı anlatabilmem mümkün değil. İstiyorum ki benliğimize sahip çıkalım, vurduğumuzda yerden ses getirelim.
*****
(Hamit Ağabey ile Ortaköy’de bir öğle vakti lokalin yolunda rastlaştık. Koluna girdim ve söyleşerek lokale kadar geldik. Bu söyleşiyi de lokalde yaptık.
Söyleşimiz saatlerce sürdü. Zaten bir Darüşşafakalıya Darüşşafaka demeye gör, anlatacakları öyle çok şey var ki. Yaşamlarındaki tüm izler Darüşşafaka’nın gölgesinde kalmış gibi. Buraya akataramadığım bölümler için umarım affeder beni.)