HALUK GÜLERCAN

0
116

 

HALUK GÜLERCAN

1944 – 1953

              İlkokul üçten girdim Darüşşafaka’ya sınıfımız altmış beş kişiydi. İlk sene bir arkadaşımız kalpten öldü, bize üst sınıflardan da katılan olmasına rağmen mezun olanlarımız otuz altı kişiydi.

İstanbulluyum, babamı on yaşımda kaybettim. Babam öğretmendi; bu yüzden aile çevremizde Darüşşafaka’yı bilen çok tanıdık vardı.

Okula girer girmez koridorda Rıfkı Bey ile karşılaştım, “Zilohiyyt” gibi bir şeyler söyledi; kendisi Boşnaktı, Türkçesi biraz çaldığı için süratli konuşup gargaraya getirerek konuşmasını kapatırdı. Rıfkı Bey beni çok severdi, hatta bana dış ülkelerden gelen zarfların pullarını verip pul koleksiyonu yapmam için teşvik ederdi.

Hocalarımızdan Tahir Sevenay bende en çok iz bırakanlardandı, bana klasik müziği sevdirmişti, okulda keman çalıyordum. Üniversitedeyken bir pazar günü otobüste parmaklarım sıkışıp ters döndü ve ondan sonra parmaklarımın kontrolünü kaybettim, bu yüzden kemanı bırakmak zorunda kaldım. Tahir Sevenay’ı çok severdim; bu sevgi, karşılıklıydı, hocam da beni çok severdi. Hatta vefatında karısı beni cenazesine özellikle çağırmıştı, “Haluk gel, hocan seni görmeyi çok istemişti” demişti.

Sıra arkadaşım Çetin Berkmen’di; matematikte onun kâğıdından bir-iki şeyi eksik yaparak geçirirdim, yani kopya çekerdim.

Tabiat bilgisine giren ‘Bedros’ bizim ev komşumuzdu; bana takmıştı, “Sen komşumuz olduğun için sana fazla not veremem, sonra laf olur” dediği için dersten çok iyi olduğum halde adam bana gene de beş-altı verirdi. Onun dışında bütün hocalarımız çok tatlıydı, bazı hocalar çocuklara takar ya, bizde hiç öyle hoca yoktu.

Okuduğumuz yıllar harp sırasıydı, gece lambaların üzerine mavi kâğıtlar kapatılır, pencerelerin içine de kalın battaniyeler koyarlardı ışıklar dışarı sızmasın diye, karartmalar yapılırdı.

 

Genelde kitap okumayı çok severdim; Yunan ve İngiliz klasiklerine özellikle ilgim vardı, biz okula girdiğimizde başta Fransızca okuduk ama sonra dilimiz İngilizceye döndü. Fotoğrafçılık da yapardım. Her şeye rağmen vakitlerimiz neşeli geçerdi, dört duvar arasında tamamladığımız ergenlik günlerimizde bütün eğlencemiz bez toplarımızla futbol oynamaktı. Fakat evci olmam benim için büyük avantajdı, annem arkadaşlarımı da getirmemi istediği için gelirimiz mahdut olduğu için bol miktarda ikram yapacak halimiz olmadığını arkadaşlara söyleyerek “İşinize geliyorsa gelin” derdim, gelirlerdi; hafta sonlarında çocuklarla hoşça vakit geçirdik.

 

*****

 

 

“Darüşşafakalı, eşek kafalı!”

 

Abilerin cezaları, hiç olmaz olur mu? Bazıları sokağa çıktığında fiyaka olsun diye sigara içerlerdi; ağabeylerden biri yakaladı mı sokak ortasında döverdi yani ağabeyler küçüklerle çok ilgilenirlerdi.

 

Okuldan hiç kaçmaz olur muyum? Ohhooo.. Karagümrük’te Aysu açıkhava sineması vardı, baharda on üç adımdan bump dışarıya, sinemaya gidip filmi seyredip dönerdik. Bir gün böyle on-on beş kişilik bir grup sinemadan dönüyoruz, herkes birbirine filmi bağıra çağıra heyecanla anlatıyor, filmin etkisinden kurtulamamışız daha. Duvardan içeriye birer birer atlıyoruz, atlayanın sesi kesiliyor, sıra bana geldi “Oğlum bi dakika, acele etmeyeyim” dedim, üç-dört dakika bekledim; vıcırrttt diye bir ses duyuldu, anladım ki Rıfkı Bey atlayanı yakalamış. Bunlar paldır küldür gittiler. Ayak sesleri kesilince biz de girdik içeri. En kestirme yoldan yatakhaneye çıktık, üstümüzdeki elbiselerimizi çıkarmadan yorganı çektik başımıza.

 

Genelde kovboy filmleri vardı, klasik bir Hamlet izlemiştik, çok nefis bir filmdi. Arap filmleri çok olurdu, dansöz Tahiye Karyoka, Emine Rızık, Yusuf Fehmi filmleriydi.

 

‘Bekâr Yaylası’nın duvarından aşağıdaki yola şöyle bakınca yedi-sekiz metrelik bir derinlik vardı; sabahları o yoldan kızlar ‘reci’ye (tütün fabrikası) giderdi, biz de duvardan kızlara laf atardık. Onlar da bize “Darüşşafakalı, eşek kafalı!” diye tempo tutarlardı. Derken o kızlardan iki tanesi bizim eşek kafalı çocuklarla evlendi, nikâhta kıza “Şimdi bu eşek kafalılıktan kurtuluyor mu? Yoksa siz mi eşek kafalı oluyorsunuz?” deyince kız, “Aman, aman söyleme” diyerek kapattırmıştı.

 

Bizim devre iki kere on birinci ve on ikinci sınıflarda son sınıf müsamereleri yapmıştık, ‘İki Efendinin Uşağı’ piyesinde uşağı oynamıştım. Piyeslerimizdeki kız oyuncular Kız Enstitüsü’nden gelirdi. Bizim dönemlerimizde oyunlarımızda Suna Pekuysal oynardı, bizden bir-iki yaş küçüktü; çok şeker, çok güzel bir kızdı, çok da iyiydi. Suna’nın annesi artistti, bu yüzden Şehir Tiyatroları’nda artistlik eğitimi alırdı.

 

 

Darüşşafakalılık…

 

Darüşşafakalı olmak, Darüşşafaka’da yaşamak, ağabeylik; hepsi çok farklı bir duygudur. Mesela biz okula gelir gelmez hemen “Büyük sınıflara ‘abi’ diyeceksin, demezsen dayak yersin” dendi. Bu, bir gelenekti; biz ‘abi’ dedik, bizden sonra gelenler de bize ‘abi’ dediler.

 

Ben genelde dışarıda edepsizdim, kavga çıkarmayı severdim fakat okulda terbiyeliydim.

 

*****

 

           

‘6-7 Eylül Olayları’

 

1956 yılında ‘6-7 Eylül Olayları’nda okulda belletmendim, henüz talebeler okulda değildi. O gün pencerede duruyordum, karşı taraflardan sesler geliyor, “Ya nedir bu?” filan diye baktık, bayağı büyük bir grup Tepebaşı’ndan Unkapanı Köprüsü’ne doğru gürültüyle geliyor, “Gideyim bir bakayım ne oluyor” diye kapıya çıktığımda Rum dört kişi, biri erkek üç tane hanımla bizim okulun oralarda korku içinde bakışıyorlar, “Ne oldu?” filan, “Bizi öldürecekler!” “Kimler?” “Bilmiyoruz, bizim evleri yıkıyorlar!” Fener’de oturuyorlarmış ben bunları okula aldım, kapıcıya da “Kimseye bir şey söyleme, burada kalsınlar” dedim. Kapıcımız da çok iyi bir adamdı, onları yatakhaneye çıkardım, dört tane yatak verdim, “Burada yatın-kalkın, ben size yemek ayarlayacağım” dedim. Bu şekilde bir hafta kaldılar ama nasıl dua ettiler anlatamam. “Biz Türklerin böyle olduğunu bilmezdik, çok üzülmüştük ama siz bizim bütün üzüntümüzü aldınız” diyorlardı, bu arada Yunanistan’a mektup da yazmışlar ve “Hemen atlayın gelin” cevabı gelmiş, gittiler.

 

Bir daha hiç görüşemedik ama hâlâ her sene yılbaşında bana mektup atarlar, o günkü olaylar insanların dolduruşa getirildiği çirkin olaylardı.

 

*****

 

 

Darüşşafakalılık torpili…

 

Sağcılığın solculuğun tam anlamı bilinmiyordu, sağcılık deyince Müslüman, solculuk deyince komünist anlaşılırdı. Yedinci sınıftaydım, bu kavramların anlamını bir kitaptan öğrendim, ‘Fransız İhtilali’yle başlayan devrimleri anlatan bir kitaptı; bize anlatılan bilgilerle karşılaştırınca biri yanlış oluyordu. Dayıma sordum, dayım Hukuk Fakültesi’nde asistandı. Oturdu bir kere de dayım anlattı bunları, benim okuduklarımla örtüştüğünü gördüm. O zaman şunu sordum: “Peki bize neden başka türlü öğretiliyor?” “Çok basit; millet solculuk yönünde hareket ederse birtakım kimselerin işine gelmeyecek, özellikle köy ağalarının. Ağalar milletin okumasını istemiyor sebebi de millet okuyup aydınlanırsa ağaları sepetleyecekler!” Dayımla bu konuşmamızdan sonra ben rastladığım herkese sağcılığı, solculuğu anlatmaya başladım, derken adım komüniste çıktı. Ama ben komünist olabilmek için Komünist Partisi’ne aza olmak gerektiğini de öğrenmiştim, bana komünist dedikleri vakit, “Türkiye’de komünist partisi var mı? Yok. O zaman ben komünist olamam” diyordum.

 

Hiç sınıfta kalmadan mezun olarak, İktisat Fakültesi’ne girdim. Üniversiteye giderken dört sene Darüşşafaka’da belletmenlik yaptım. O sırada eğitim tamamen İngilizceydi ve çok çok iyiydi. Mesela unutamadığım öğrencilerden biri Zekeriya Yıldırım’dır. Zekeriya ile unutamadığım bir anı da yaşamıştık, British Petrol’de çalışırken Merkez Bankası ile ilgili bir problem çıkmıştı, “Gidip Ankara’da görüşelim” dendi, yanıma da iki tane İngiliz taktılar, Ankara’ya gittik. Merkez Bankası’nda ilgili dairenin kapısında bekliyoruz; içeride de birisi varmış bizi bekletiyorlar… Bu arada İngilizler bozuluyorlar “Daha bekleyecek miyiz” gibilerinden. Derken kapı açıldı, içerden bir adam çıktı; “Güle güle Zekeriya Abi” diyerek içerdeki adamın elini sıktı, derken Zekeriya beni gördü. “Aaa… Haluk Abi, niye burada duruyorsun” diyerek geldi, sarıldık falan. Tabii İngilizler şaşırdılar; bana, “Bu kim” diye soruyorlar. “İşte buranın müdürü!” Neyse Zekeriya’nın odasına gittik, dilekçemizi verdik, hademeyi çağırdı ve bizim işimizi hemen hallettirdi. Aynı sorunlardan Mobil, Shell filan da giderlermiş, bir hafta on gün sonra cevap gelirmiş. Bizimki hemen anında görüntü olunca İngilizler bir şaşırdılar, bir şaşırdılar; benim için “Bu çok forslu bir adam” demeye başlamışlardı.

 

Askerliğimi süvari olarak yaptım. Asker dönüşü bir sene Güven Sigorta’da çalıştıktan sonra British Petrol’e girdim, otuz üç sene orada çalışarak emekli oldum.

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here