252 FAZIL İSMAİL HAKKI
FAZIL ERCİYAŞ
1923-1930
1912 Manisa doğumluyum. Annem ve teyzelerim İzmir’de muallimlik okumuşlar. Annem, Osmanlı devletince Manisa’ya tayin edilmiş. Ben birkaç yaşına kadar Manisa’daymışız. Babamın alayı, İstiklal Savaşı’ndan evvel Kayseri’ye gittiği için bizi de yanında götürerek Kayseri’ye yerleşmiş. Ben 4 yaşındayken babamı cepheye çağırmışlar. İngilizlere karşı Musul’da çarpışmış. Orada İngilizlere karşı yapılan savaşta şehit olmuş. Biz de o zaman İstanbul’a nakledilmişiz.
Annem öğretmenlik vazifesi istemiş. O zaman İstanbul düşman işgalinde; Beyoğlu tarafında Fransızlar, Üsküdar tarafında İtalyanlar hâkim. Anneme öğretmenlik yaptırmamışlar. Annem de o zaman çorap yapmaya başlamış. Annem çoraplarını yapınca beni de yanına alır, Üsküdar Vapur İskelesi’ne giderdik. Benim başımda beyaz bir kalpak vardı, üzerinde de küçük beyaz bir ay. Beş altı yaşlarındaydım, İtalyanlar beni kapalı olan vapur iskelesine çağırırlar elimden tutup gezdirirlerdi.
*****
Darüşşafaka’ya ilk adım…
Üsküdar Bağlarbaşı’nda oturduğumuz için iki sene Toptaşı’ndaki Sokullu Mehmet Paşa İlkokulu’na gittim. Sonra annem daha mühim diye paralı bir mektep olan İttihat Sultanisi’nin ilkokuluna gönderdi. Ahmediye Camii’nin yanındaydı. Burada Fransızca öğrendim. İki sene de burada okudum. 5. sınıfta Darüşşafaka’nın imtihanına girdim, kazandım. Fransızcamı beğendikleri için beni Darüşşafaka’ya kurasız aldılar. 5. sınıftan başladım.
Ben Darüşşafaka’ya girince annem evimizi Samatya’ya taşıdı, evci çıkıyordum. Okula yayan giderdim. Aksaray’a gelir oradan Horhor Caddesi’ni çıkıp okula varırdım. Darüşşafaka’nın bulunduğu yer Sultan Selim’le Fatih Camii arasındaydı.
Okulda ilk tanıştığım ‘Tago Kumtasal’ bana çok yakınlık gösterdi, annemden ayrılmanın üzüntüsünü Tago’nun samimi arkadaşlığı ile yenebildim. Ramazanda ders saatleri iftar ve sahur vaktine göre belirlenirdi.
Sabahları erkenden en altta sıralanmış musluklarda evvela abdest alır sonra alt katta her sınıf ayrı ayrı tabur olup arş kumandasıyla binadaki camiye giderdik. Sabah namazını kılardık. Namaz için imam yoksa büyük sınıflardan bir abi imamlık yapardı. Ayaklarımızı yıkamak, aptes almak için takunyalarımız vardı. İlk senelerde geceleri sahura kadar oynardık, sahur yemeğini yedikten sonra öğleye kadar yatardık. Öğleden evvel ders yoktu. Dersler öğleden sonra başlardı. Yatarken gecelik elbisesi giyerdik. Hamama giderken de tabur olurduk, koşarak giderdik.
Dahili ve harici feslerimiz vardı. Feslerimiz kırmızıydı. Dış feslerin bakımı mühimdi, arada bir feslerimizi dışarıdaki kalıpçılara götürüp kolalattırıp bakım yaptırırdık.
‘Allahümme salli ve sellim ve barik âlâ. İğdina Muhammedin ve âlâ âlihin.’ Yemek duamızı yapar ve taburla koşarak çıkardık.
Bu, bir yemek duasıydı!
*****
Fırıldak gibi dönerdim
(Fazıl Ağabey için Darüşşafaka’yı anlatmak bir ibadetti. Ve Fazıl Ağabey yemek duasının tamamını melodisiyle ve koşma ritmiyle söylemişti. O anda kendimi, sınıf arkadaşlarımla başlarımızda kırmızı fesler, koşarak apdest almaya giderken düşledim. On yaşında kendilerine ‘efendi’ diye hitaba alıştıkları, kişilik, insanlık ve yaşama karşı mücadelenin bir ‘efendi’ onuruyla nasıl kazanılacağının belgeleriydi onlar.)
Darüşşafaka’ya girdiğim ilk seneler işgal altındaki mahrumiyet yıllarıydı. Tabii ki bundan biz de etkileniyorduk. Yemeklerimiz hafif olurdu. Sabahları çorba içerdik. Sabahları kahvaltıdan evvel cimnastikhanede yarım saat kültür fizik yapardık. Darüşşafaka’da barfiks yapıyordum. Benim kadar barfiks yapan yoktu. Fırıldak gibi dönerdim.
Darüşşafaka’da 10. sınıfa kadar Osmanlıca okudum. 10. sınıftayken (1928) yeni Türkçe çıktı, biz Fransızca okuduğumuz için çok zorlanmadık. 11. sınıfta ise tamamen uyum sağladık. 10. ve 11. sınıflarda okunan Arapça ve Farsça dersler de tamamen kaldırıldı.
*****
‘Foto Fazıl’
(İnsan hayatında iz bırakan öğretmenler vardır. Dönemin okul müdürü Ali Kami Bey ile Rıfkı Bey’in derin izlerine Fazıl Ağabey ve bu kitapta yer alan diğer ağabeylerimizin anılarında sıkça rastlayacaksınız.)
Müdürümüz Ali Kami Bey’di, çok disiplinli bir adamdı. Rıfkı Bey bize şeker filan getirirdi. Bize çok yakınlık gösterirdi. Ben Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonra bile evimize gelirdi.
İlk senelerde derslerden çok iyi değildim. Sınıfları ancak ikmalde geçebiliyordum. Orta sınıftaydım, bir gün annem beni karşısına aldı;
– “Sevdiğin, istediğin bir şey var mı” diye sordu. Bir fotoğraf makinemin olmasını çok arzu ediyordum. Söyledim.
– Bisiklet alayım sana.
– Yok bisiklet istemiyorum, mektepte bir çocuğun bisikleti var, ona para veriyoruz bizi bindiriyor. Bahçede bizi bir defa döndürüyor. Ama fotoğraf makinesi bir kişide var, bir de bende olsun istiyorum.
– “Öyleyse bu sene derslerine iyi çalış, bana iyi karne getir alırım” dedi. Ben de canla başla derslerime çalıştım ve geçtim. Annem sözünde durdu, fotoğraf makinesini aldı. Ondan sonra bana mektepte ‘Foto Fazıl’ demeye başladılar.
Sonraki yıllarda da derslerim hep iyi oldu.
Hiç izinsiz kalmadım. İzinsiz kaldığım zamanlar bile coğrafyadan aldığım tahsinler, aferinler izinsizliğimi affettirirdi. Tahsin Hoca imtihan ederdi, birinci gelene imtiyaz ikinci gelene tahsin verirdi. Tahsinleri biriktirirdik sekiz tanesi bir imtiyaz ederdi.
Okulda sosyal faaliyetler olurdu; hafta sonlarında müsamere yapılırdı, müsamerelerde rol alırdım. Temsil bitince keman, ud çalgı yaparlardı. Bir hafta alaturka, bir hafta alafranga müzik tertip edilirdi. Konserden evvel de bir arkadaş okul idaresinin münasip gördüğü bir konuda konferans verirdi. Haftada bir akşam da sinema gösterilirdi.
Yaz tatilinde her hafta talebeleri Büyükada’ya, Heybeli’ye falan götürüyorlardı çevreyi öğrenmemiz için. Ben de onun için bekârlığa girdim. Geziyoruz. O hafta Büyükada’ya gitmiştik. Kampımızı koya kurduk. Yemeğimizi orada yerdik. Sonra denizde koydan (Yörük Ali Plajı) Dil’e doğru yüzerdik. Orta kısımda kayıklara binmek için kayaların üstüne tahtadan iskele gibi bir şey yapmışlar. Biz de bu iskelenin yanından denize girip balıkadam gibi suyun altında dolaşırdık. Yarış yapardık. O yarışlarda o gün balıklama denize daldığımda kendimi bir oda içinde buldum. Meğerse yeraltı mağarasıymış. Etraf karanlık, yalnızca girdiğim delikten hafif ışık görülüyordu. Korktum. O girdiğim delikten çıkmaya çalışıyorum. Deliğin kenarlarında midyeler yapışık, saçımı bir kaparlarsa bir daha çıkartamam. Dikkatlice dışarı çıktım. O zamanlar nefesim çoktu. Ama yukarı çıktığımda baygınmışım. Tabii beni çok merak etmişler.
*****
“Sen okuyor musun, çalışıyor musun?”
(Fazıl Ağabey Atatürk’le tanışmış. Ne büyük bir heyecanla anlatıyor bu anısını. Aynen o günkü gibi…)
Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra altı senede ‘tıbbiye’yi bitirdim. Askerlik vazifesine gideceğim ama o arada iki üç ay boş duracağım. Arkadaşlara “Florya’da kamp kuralım, kampla vaktimizi geçiririz” dedim. Kızılay’dan çadır istedik, verdiler. Fakat orada çadır kurmak için emniyetten de izin almamız gerekirmiş. Darüşşafaka’dan bizim dönemden mezun olan bir arkadaş altı sene evvel emniyette çalışmaya başlamıştı. Hemen ona gittik, bize sakınca yoktur diye izin verdi. Kampa başladık. Bir gün denize yalnız gitmiştim; karşıdan bir kayık geliyor, bana doğru daha yanaştı, baktım Atatürk olduğunu gördüm. Ben de ondan yana doğru yürüdüm, etrafta kimse yoktu. Atatürk yalnızdı, küreği kendisi çekiyordu. Başında hasır, açık renkli, kenarlı şapka, kısa kollu gömleği vardı. Benim önüme kadar geldi, ben de denize yeni girmiştim. Atatürk’e;
– “Hep sizi uzaktan görüyordum, bugün yakından gördüm, çok mutluyum” dedim.
– “Sen okuyor musun, çalışıyor musun?” dedi.
– Okumayı bitirdim, doktor oldum, şimdi askerlik vazifemi yapacağım. Benim babam da yüzbaşıydı, ben 4 yaşındayken Musul tarafında İngilizlere karşı harp ederken 20 sene evvel şehit oldu.
– “Tamam; babanın adı İsmail Hakkı, ben senin babanın sınıf arkadaşıydım. Okulumuzu beraber bitirdik. Senin gözlerin parlıyor maşallah; hiçbir şeyden korkma, çok çalış, metin ol her şeyi başarırsın” dedi.
İşte Atatürk’le bu şekilde bir konuşma yaptık. Sonra yine kürekleri çekerek gitti.
Bu arada yeni doktor olduğum zamandı, 1936 senesiydi; Samatya’da bir sünnet düğününe annem ile beraber gitmiştik. Annem öğretmen olmasına rağmen işgal kuvvetleri öğretmenlik yapmasına mani olmuşlardı. Annem de ebelik tahsili yaptı. Ebe anne olduğu için doğurttuğu çocukların sünnet düğünlerine çağırırlardı. Bahçedeki sahada erkekler, içerideki sahada kadınlar oturuyordu. Oturduğum yerde yanımda o zamanın en meşhur zatı ‘Zaro Ağa’ oturuyormuş. Tanıştık, ahbap olduk. Batı Trakyalı ve tam 152 yaşında idi. “Ne mutlu size, 152 yaşına kadar yaşamışsınız, değil Türkiye’de dünyada yok sizin kadar uzun yaşayan. Ne yiyip içiyorsunuz?” dedim. “Biz” dedi, “Çay, kahve, tütün içmeyiz. Süt, yoğurt yeriz, gelen misafirlere bile yoğurt, ayran ikram ederiz. Meyvayı bol yeriz. Uzak da olsa yakın da olsa gideceğimiz yere, köylere filan hiç vasıtayla gitmeyiz, yürümeyi çok severiz”. Daha sonra gazetelerden öğrendiğimize göre Zaro Ağa 13 sene daha yaşadı ve 165 yaşında öldü.
Ben de bugünkü tarihte 1912 tevellütlü olduğuma göre 94 yaşındayım. Ben de Zaro Ağa’nın dediği gibi yaşadım. Tabii çok yaşayacağımı bilerek yapmadım bunu. Allah’ın takdiri. Her sabah ve akşam yemekten evvel bir saat yürüyüş yaparım, içki, sigara alışkanlığım yoktur.
1938’de Erzincan’daydım. Jandarma komutanı, hâkimler falan hep beraber bir yere gidiyorduk.. Komutan, karakola gelince arabayı durdurdu; Atatürk’ün durumunu, telefon haberinin nasıl olduğunu sordu. Cevap şöyle geldi: “Evet öğrendik, İsmet İnönü Atatürk olmuş!” dediler. Olayı anladık.
Yıllardır Darüşşafaka ile ilşkimi hiç koparmadım. Toplantılarına, pilav günlerine her zaman katıldım.
*****
(Bu röportaj yapıldığında Fazıl Ağabey, Üsküdar’daki Kızılay Tıp Merkezi’nde çalışmaktaydı. Odasına girdiğimizde, elinde rontgen filmi, ışıklı ekranın karşısında okuyordu.
Enerjisi bitmemişti. Ferini kaybetmemiş ve duygularını hissettiren yeşil gözleri ilgiden memnun, sevinçle gülüyordu. Yüzünde kırışıklık ve çizgiler yoktu. Alnında bir boydan bir boya, enine yedi sıra çizgi, küçük kulakları ve tepesi dökülmüş beyaz saçları vardı. Bıyıkları henüz tümden beyaz değil, kırçıllıydı.
Alnındaki, şakaklarındaki ve ellerinin üstündeki kahverengi lekelere rağmen bu insan hiç yaşlı değildi sanki. Koyu renk takım elbisesi, şık kravatı ve ütülü pantolonunun üzerinde beyaz doktor önlüğü vardı.
Fazıl Ağabey’i dinlerken, filmlere konu olabilecek kadar renkli yaşamından çok etkilendiğimi belirtmeliyim.)