ASIM BALTACIGİL

0
131

ASIM BALTACIGİL

 1924 – 1932

Darüşşafaka’da Musiki ve Baba Oğul

1924 yılının Ekim ayında, o yaz kaydedildiğim Darüşşafakada, henüz on yaşını bitirmiş bir çocuk olarak, derslere başlamış bulunuyordum.

 

Cumanın resmi tatil olduğu o sıralarda mektebe girdiğim ikinci günü olan Pazar günü, binanın Sultan Selim tarafına rastlayan bahçesinde top oynayanları seyrediyor ve temizlik hademesi rahmetli Ali Babanın çocuklarını neşelendirmek için sırık süpürgesi omuzunda olduğu halde talimli yürüyüşüne bakarak gülüyordum.Kısa bir düdük sesi… Muhterem ve emektar nöbetçi muallimi Rıfkı Bey beni çağırıyor ve hemen gelmemi söylüyor. Çok korkuyorum, çünkü o zamanlar İdareden çağırılmanın pek hayra alamet olmadığına dair içimde bir ses var, daha doğrusu disiplin icapları öyle bir his geliyor. Fakat sual sormak ne mümkün! Rıfkı Beyin peşi sıra gidiyordum. İptidai kısmının divanhanesine bitişik dershanelerinin kapısının önünde duruyoruz. Rıfkı Bey kapıyı vuruyor ve açıyor… Ben de arkadan odaya giriyorum. Gözlerim, kürsüde oturan sarıklı, fevkalade nurani ve kibar yüzlü muallimi ve bir de onun karşısında sıralara oturmuş büyük sınıf talebelerinden müteşekkil bir kütleyi duman gibi görüyor. Bu duman arasında derhal büyük kardeşim Halit’in bana bakan ve adeta himaye eden dost gözlerine ratlıyorum. Sanki göz işareti ile bana korkmamamı ve Hoca efendiye icabeden saygı tezahürü vazifemi yapmamı temenni ediyor. O zaman kendimi toplayarak kapının dibinden kürsüye doğru yürümeğe başlıyorum. Beş on metrelik yeri uzun bir mesafe gibi katederek kürsünün yanına geliyor ve hocanın uzanmış mübarek elini büyük bir saygıyla öpüyorum. O müşfik ve kibar hali ile, o temiz ve güzel elleri ile ve hele ‘Berhürdar ol oğlum’ diyen ahenkli ve İstanbul sesiyle hoca efendi o anda bana, bütün hayatım meddetince unutamayacağım, saygı ve sevgi hislerini aşılamış bulunuyor. Şimdi ortalık biraz açılıyor, sis dağılıyor. Ağabeyimi ve onun, daha önceden tanıdığım, arkadaşlarını ve kenarda iskemlelerde oturmuş Cemiyeti Tedrisiye azalarını, bu meyanda rahmetli Mehmet İzzet, Halil Etem ve Ali Kami Bayleri görüyorum. Hoca efendi bana, yer göstermeden, bildiğim bir şarkıyı veya bir marşı okumamı emir buyuruyor. Şimdi hala hayret ettiğim bir serbestlik ve ani bir kararla, herhalde Mezo-Soprano denilebiliecek bir sesle okuyorum:

 

“Hörmet sana ey şan dolu sancağım”

………………………………………………………..

 

Marş sona eriyor… Hoca efendi, Mehmet İzzet ve Ali Kami Beylere doğru bakarak intibalarını öğrenmek istiyor, onlar pek beğenmiş olacaklar ki muallim efendi bana, “Aferin, sen iyi yetişeceksin ve bundan böyle musiki sınıfının derslerine devam edeceksin” diyerek boş sıralardan birisine oturmamı işaret ediyor.

 

Zekai Dede Zade Ahmet Efendi, babasının vefatı üzerine Darüşşafakanın musiki hocalığına tayin olunmuş ve kırk seneden fazla bu müesseseye emek vermiştir. Gerek Zekai Dede ve gerek Ahmet Efendi, Türk musikisine hizmet etmişlerdir. Fakat şu şartlarda ki bu hizmetlerine en büyük vasıta Darüşşafaka olmuştur. Onlar, o zaman memleketin -Saray hariç- hiç bir yerinde öğretilmeyen musikiyi, aziz mektebimizde, sistem, disiplin ve program dahilinde öğretmek imkanlarını bulmuşlar ve ikamet ettikleri Eyüp ile mektep arasındaki eski İstanbul’un ses ve tablolarını her zaman dinlemek, görmek ve tespit etmek suretiyle devamlı ilham kaynaklarına malik olmuşlardır. Zekai Dedenin bir çok eserlerini, erkenden yola çıkıp yaya olarak geldiği zamanlarda ve yolda bestelediğini bizzat oğlundan öğrenmiş bulunuyoruz.

 

Zaten Türk musikisindeki çeşitli usullerle- ki bu usuller düm telstekka…ilh… gibi tabirlerle ifade edilmiştir- bestelenen eserlerin en iyi kontrolü yürüyüşte olmaz mı?

 

Ancak bu adamlar hakiki müzisyenlerdi. İlhamlarını içkide, kadında veya göz kamaştırıcı ihtişamlarda aramıyorlar, beşeri ıstırapların en derin kaynaklarına iniyorlar, Vatan uğruna can vermiş şehitlerin, erken ölen muhterem bir babanın ıssız ve biçare kalmış ailesinden gelmiş veya hem baba ve hem de annenin henüz kapanan gözlerinin şefkat nurundan mahrum kalmış asil ve sempatik çocuklarının teşkil ettikleri muztarip ve romantik tablolarını gönüllerine asıyorlardı. Bu tablonun teşvik ettiği ilham kaynağını Eyüp Sultan ile Fatih arasındaki İstanbul’un pitoresk mimari tarzları ile evleri, yangını haber veren bekçileri, yanık sesle kaside söyleyen dilencileri, binbir motif taşıyan nağmeleri ile keten helvacıları, sebilcileri, odaların kafesleri ardından gelen içli ninni teraneleri ve minarelerden yükselen ezan sesleri bol bol besliyordu.

 

Zekai Dedenin ve oğlu Hafız Ahmet Efendinin yüzlerindeki benzeyişin sebebi onların Baba-Oğul olmaktan ziyade bu kaynağın üzerine eğilmiş ve aynı ‘Abı İlham’dan kana kana ve doya doya içmiş olmalarında aramak daha doğru olmaz mı? Baba, Hisarbuselik; Oğul, Tahribuselik makamlarını işlemiş ve pek mükemmel eserler vücuda getirmişlerdir. Bu eserler ne kadar hazindir. Zekai Dede ile oğlunun eserleri (500) den fazladır. Bu eserlerin hemen yüzde doksanını Darüşşafaka musiki sınıfında meşk suretiyle talebeye öğretmişlerdir. Musiki sınıfı, her sınıftan sesi ve kabiliyeti olanlardan teşkil olunur ve haftanın belirli günlerinde öğle ve akşam teneffüslerinde toplanarak ders yapılırdı. Önceleri yanlız ses üzerine icra olunan bu derslere, 1925 senesinden itibaren Hafız Ahmet Efendinin ve Müdür Ali Kamil Beyin teşviki ile saz da ilave edilmiş ve az zamanda büyük bir inkişaf gösteren bu karma sistem sayesinde mektepte, klasik eserlerden mürekkep güzel konserler verilmiştir.

 

Musiki bilgisinin icaplarına mutlak riayet, terbiye ve nezahatin hakim bulunduğu ve mes’ut bir tesadüf eseri olarak iki büyük kardeşimle birlikte iştirak bahtiyarlığına erdiğim o zamanki çalışmaları söylerken Zekai Dede ve oğlunun yetiştirdiği bir çok müzisyen Darüşşafakalılardan vefat etmiş olanları ve bilhassa pek değerli bir bestekar olan Muallim Kazım Beyi Rahmetle anar ve bundan böyle Darüşşafakanın, yeniden doğacak modern milli musikimize de hayırlı hizmetler görmesini candan dilerim.

 

 

Bu bölümdeki Asım Baltacıgil’e ait anılar, “Darüşşafaka, Türkiye’de ilk Halk Okulu, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul-1948” adlı kitaptan alınmıştır.

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here