FARUK HIZAL

0
124

 78 FARUK HIZAL

(SURİ FARUK)

1932-1943

             İstanbulluyum, 1921 doğumluyum. Fatih Karagümrük’te oturuyorduk. Babam vefat ettiğinde 46 yaşındaydı ben ise 4-5 yaşındaydım. Babamı hayal meyal hatırlıyorum. Babam ölünce ilk mektebin birinci sınıfını halamın yanında, Kadıköy Yeldeğirmeni’nde St. Joseph Lisesi’nin St. Louis İlkokulu’nda okudum. Orası paralıydı. O zamanlar eniştem Atatürk’ün makinisti idi, iyi kazanıyordu. Sonra halamla eniştem darılınca ben annemin yanına Fatih’e geri geldim. Karagümrük’te 27. Okul’da 2. sınıftan başladım. Oranın başlangıcı buranın 2. sınıfı imiş ve Türkçe alfabe ile okudum. Daha sonra annem bir ahbap vasıtasıyla Darüşşafaka’ya babasızları aldıklarını öğrenmiş. İmtihanına girdim, şans olarak imtihanı kazandım ve kurada da ‘mektep’ çekerek Darüşşafaka’ya başladım.

Darüşşafaka’da ansiklopedilerde isimleri geçen tarihi şahsiyeti olan hocalarda okumuşuz. Bizler farkında değildik, çocuğuz tabii. Ne zaman ömürleri yetmiyor gidiyorlar, o zaman farkına varıp anlıyoruz ki bunlar çok değerli hocalarmış. Allah razı olsun, bizi derlediler, toparladılar. Haklarını ödeyemiyoruz, ödeyemeyiz de. Onlara olan borcumuzu ödemeye gücümüz yetmiyor. Hocalarımızın çoğu çok yaşlılardı, en aşağı 70 yaşlarındaydılar. Ama Darüşşafaka’nın talebeleri o zamanlar hep derece alırlardı; Galatasaray’ın, İstanbul Lisesi’nin önündeydiler.

 *****

 “Bu cenaze Faruksuz kalkmaz”

Yılların, uzun senelerin oluşturduğu arkadaşlık bizi birbirimize öylesine bağladı ki… Artık hepimiz kocaman bir aile gibiyiz.

Bir arkadaşım vardı: 140 Hasan. Mektep bittikten sonra Maltepe’de tekstilciyim, Hasan da Maltepe’deydi. Hasan çocuk felci olmuştu. O sırada ben vazifeli Kayseri’ye gitmiştim, Hasancığım sizlere ömür olmuş. Ankara-Kayseri arası 330 km, Ankara-İstanbul arası 440 km. Toplam 770 km uzaktayım. “Bu cenaze Faruksuz kalkmaz” demişler. Bakınız akraba değiliz; kardeş, ağabey değiliz. 1966 Temmuz ayı, yere yatırmışlar; yanlarına da iki kalıp buz koymuşlar, beni beklemişler.

 

Galip benden iki ay büyüktü, şimdi 86 yaşındayım. Bana hâlâ, “Abi diyeceksin” der. On bir yaşından beri arkadaşız yani 75 senelik arkadaşım. Bizim arkadaşlıklarımızda o kadar bağlılık vardır.

 

Gülhane Askeri Hastanesi’nde iki arkadaşımız vardı; biri Vecdet Demirkol diğeri de Selman. İkisi de albay, sonra general, paşa oldular. Vecdet rahmetli Cemal Gürsel’in doktoruydu. Gürsel Paşa hasta yatarken ona teslim etmişlerdi. 48 senelik eşim hastalandığında da o arkadaşlarım kendi kontenjanlarından Numune Hastanesi’nde iki sefer ameliyat yaptırdılar. Benim gücüm hususi hastanelerde ameliyat yaptırmaya yetmezdi ki.

 

Darüşşafakalı demek kendinden öte demek. Şimdi bu kalmadı, zaman mıdır nedir bilmiyorum. Bunun üzüntüsünü çekiyorum.

 

*****

 

 

‘Ayı Yavrusuu’

 

 

Darüşşafaka’ya girerken ilkokulda üçten dörde geçişte ikmale kalmışım. İkmal olduğumdan kaydolmak için müdüre havale ettiler. Annem o işi beceremez diye beni halam götürmüştü. Ali Kami Bey’in odasına gittik. Halam Ali Kami Bey’le konuşurken bugünkü gibi hatırlıyorum; benim gözüm, duvardaki Darüşşafaka’yı ilk kuranların resimlerine takılmış, onlara bakıyordum. Ali Kami Bey halama, “Hanım, baksanıza, bu ikmali bile veremez. Bunun gözü hep orda burda” demişti.

 

‘Ayı Yavrusu’ diye bir arkadaşımız vardı: 227 Selahattin.  O benden bir sınıf ilerideydi. Sonra aynı sınıfta beraber olduk. O bana ‘Surii’ (fare) diyordu, ben de ona ‘Ayı Yavrusuu’ diyordum. Binanın sağ tarafındaki merdiven müdüriyet tarafına doğru gider, sol taraftaki merdiven muallimler tarafına. Talebeler o merdivenlerden hiç inip çıkmazlar, aşağı kattan girip çıkarlar. Bir gün koridorda böyle bağrışarak birbirimizi kovalarken muallimler tarafındaki merdivenlerin orada Ali Kami Bey’le karşılaşmayalım mı? Donduk kaldık;

 

– Ne oldu? Ne yapıyorsunuz bakayım?

 

– İşte efendim.. O bana ‘Ayı Yavrusu’ diyor.

 

– Ama efendim, o da bana ‘Surii’ diyor.

 

Güldü; “Surinin ne olduğunu biliyor musunuz? Suri Fransızca gülümsemek demektir” dedi.

 

(O yıllarda yaramazlık yapmaya fazla müsamaha edilmezmiş. Sanki bizim okuduğumuz yıllarda ediliyordu da…)

 

Vay efendim, zıp zıp oynarken yanlış yaptık; hemen puan verilirdi. Okulda arkadaşlarla kavga gürültümüz olmazdı, çünkü hepimiz anasız babasız okuyoruz. 7. sınıftaydım… Gündüz top mop oynuyoruz. Yatakhanelere koğuş derdik, dört tane koğuş vardı. Her gün sabah saat 06.00’da kalkacağız. Rıfkı Bey, altıya beş kala gelir, kapıyı tık tık vurur, hepimiz yataktan fırlardık. Ben o sabah yorgunluktan ne kapıyı ne de zili duymuşum. Rıfkı Bey zannediyor ki, ben uyandım da yorganı kafama çekip tekrar yattım. Rıfkı Bey, koğuşa gelip üzerimden yorganı bir hışımla çekip bana bir tokat patlatıyor ki, uykumun arasında o tokatla şok geçiren ben müthiş bir çığlık atıyorum. Rıfkı Bey neye uğradığını şaşırıyor. Hemen yorganı üzerime kapatıp kaçıp gidiyor. Adamcağız korkudan mahvolmuştu.

 

Seneler sonra Haydarpaşa’da trende Rıfkı Bey’le karşılaştık. Darüşşafaka mezunu Demokrat Partili Sabri Taşkın Ağabey Maltepe’de oturuyordu, ona gidiyormuş. Rıfkı Bey beni gördü, gittim elini öptüm, beni okşadı;

 

– “Faruk biliyor musun aklıma ne geldi? Sana attığım o tokat hâlâ yüreğime hicrandır” dedi.

 

(Faruk Ağabey’in gözleri doluyor. Sesi ağlamaklı ama yediği tokat için değil bu, Rıfkı Bey’e olan sevgisinden. Ahhh o yıllara bir geri dönebilseydi de o tokatlardan yüzlercesini yeniden yeseydi ama yine de Darüşşafaka’da olabilseydi.)

 

Çok iyi bir aşçımız vardı: Mehmet Ali Bey. Evimizde yemediğimiz yemekleri yerdik onun sayesinde.

 

Bir gün, Sultanahmet’teki Ayasofya Camii ile Sultanahmet Camii arasındaki Adliye Sarayı yandı. Biz 4. sınıftayız. Yangın geceleyin başladı. O zamanlar bugünkü gibi büyük binalar yok, caminin arkasından olduğu gibi görünüyor alevler, gecenin lacivert karanlığında dans eder gibi sıçrayan kıvılcımlar… Biz de merak ediyoruz; bağrış çığrış “Vay yanıyoor… Neresi yanıyor?” falan diye bakarken nöbetçi hocamız Veli Bey arkadan gelmiş. Kendi gürültümüzden duymuyoruz. Hepimize birer tokat; “Girin yataklarınıza, uyuyun!” diyor.

 

*****

 

 

Bir tokat dans hayatını bitirmiş.

 

 

Mustafa Cavga isminde bir arkadaşımız vardı; dansa çok meraklıydı. Biz futbola giderken o dansa, çaya falan giderdi. Sonra Ankara’da ‘Dans Enstitüsü’ açtı. Yedinci sınıftayız; bir gün Mustafa Cavga bana dans öğretecek. Sınıf büyük, sıralardan sonra epey boşluk var. Teneffüste Mustafa ile dans ediyoruz, arkadan bir tokat! Kardeşim, kulağımın tozuna değil de şöyle yanağıma. Rıfkı Bey’in parmaklarının izi suratımda. İşte o gün bu gündür hiç dans etmedim. Bu yaşıma geldim, dans mans bilmiyorum. Evlendim, düğünde dans ederken gelinliğin eteklerini berbat ettim.

 

Rıfkı Bey; böyleydi işte.

 

Abilerimiz vardı, Fenerbahçe’de, Beykoz’da oynayanlar; Rıdvan Abi, daha sonra Futbol Federasyonu başkanlığı yapmış olan Semih abiler falan. Onlar bizden dört-beş sınıf ilerdeydiler. Onları gördükçe biz de futbol oynamaya başladık okulun bahçesinde.

 

Abilerimiz baktığı zaman, “Bu futbolcu olacak” derlerdi. Fehmi Abi de “Bu çocuk iyi bir oyuncu olacak” diyen bir kişiydi. Fehmi Abi sonraki yıllarda Beşiktaş yönetimine katılmış. Kafasına koymuş; ben lise takımında oynarken tatillerde beni Beşiktaş takımına götürmeye başladı. Beni, Galip’i, Turan’ı (Turan Günsav, İş Bankası müdürlerinden) Beşiktaş’ta oynatmak isterdi. O yıllarda, hem okul takımında oynarken hem de Beşiktaş’ta (40, 41, 42, 43 senelerinde) lisanslı olarak oynadım. Üstelik de bize bir lira para verirlerdi. Cebimizde bir lirayla lokantaya giderdik. Beşiktaş’ta Barbaros’ta Üstün Lokantası’na… O zamanın idarecilerinden Fehmi Bey bize, “Şiş, pilav, komposto yiyeceksiniz” diye talimat verirdi ve bir liradan cebimize otuz kırk kuruş para kalırdı.

 

Bize hedef olsun diye Fahri Soner (İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde Futbol Şubesi Milli Takım menajeri) Londra Olimpiyatı’nda ağır sıklet dünya üçüncüsü olan Mersinli Ahmet’i Darüşşafaka’ya getirdi. (Mersinli Ahmet, 1936 Berlin’de bronz madalya, 1948 Londra’da bronz madalya kazandı.) Bir zamanlar mektepliler kulüplerde oynuyordu. Sonra, “Liseliler hiçbir kulüpte oynayamaz” diye yasakladılar. Böyle bir devirler geçirdik.

 

Duşlarımız olunca antrenmanlarımız nedeniyle duşları biz daha çok kullanıyorduk; haftada iki-üç defa duş yapabiliyorduk. O duşun olduğu yerde yani müdüriyetin alt tarafındaki geniş yerde tekerlekli patenlerle kayarlardı. Camimiz vardı ama imamımız yoktu, Muammer Abi’nin sesi çok güzeldi, bize mevlit okurdu, ilahiler söylenirdi.

 

*****

 

 

İyi futbolcu olunca, dersler doğal olarak yatıyor.

 

Riyaziye hocası Kazım Bey’den tasdikine kadar izinsiz kaldım, affedinceye kadar üç hafta okulda kaldım. Aaa… Yok canım, sporcuyum diye hocalar hiç tolerans gösterirler miydi? Tam aksine, top oynuyoruz diye kızarlardı bize. Hepsi yaşlı başlı; altmış, yetmiş yaşında hocalardı. Yani işte, şeyin kellesiyle top oynuyormuşuz diye. Rıfkı Bey top oynayanları sevmez, Kazım Bey “Pabuç kadar börekleri yersiniz, sonra ders çalışmazsınız” diye posta koyardı top oynayanlara.

 

Servet-i Fünun edebiyatçılarından olan Tahir Olgun hocamızın kulağı sağırdı. Sınıfta kürsü yüksekteydi. Mevcut da çok değildi; 30, 20 kişi arası. Hoca, biz imtihan olurken kürsüde otururdu. Çalışkan arkadaşların yanına oturur, hiç kıpırdamadan durur; o, okur veya söyler, biz yazardık. Ama hiç kıpırdamayacaksın; önüne, kâğıdına bakacaksın. Kıpırdadın mı yandın. Kazara bir şey olsa mesela sıranın kapağı düşse; “Kim nalını düşürdüüü?” derdi.

Dokuzuncu sınıfa geçeceğim ama sekizinci sınıfta ikinci senemi okuyorum. Riyaziye’den ikmale kaldım. Onuncu sınıftan lisenin en iyi çocukları, abiler, lisenin kalecisiyim ya, kovulmayayım diye beni döverek ders çalıştırdılar, imtihana girdim. Abiler salonun kapısındaki delikten bakıyorlar. Sıfırcı Mustafa sordu, çatır çatır yaptım. Sonra nöbetçi muavini olan büyük mümeyyiz Refik Bey bir şey daha sordu. Sıfırcı Mustafa, “Refik, çok kurcalama, boku çıkacak bu işin, yapma!” dedi. Biliyor benim pek sağlam mal olmadığımı. Sıfırcı zaten niyet etmiş beni geçirecek ama aksilik ya bu 4/2 iktisat derlerdi o zaman,  küçültme, 2/1 olacak neticesi. Soruyu yaptım ama ben onu yapmıyorum, soruyu neticelendirmiyorum. “İnnn… bakayım” dedi. Boyu kısa ya, eğildim, bir sağa vuruyor, bir sola vuruyor. Dışardan abiler bağırıyor: “GEÇTİİİ… GEÇTİİİ… FARUK GEÇTİİ.”

 

Ceza yok geçiyorum. “Defol git” dedi mi kaldın, dövdü mü geçtin.

 

Bir de liseyi bitirdikten sonra İstanbul Lisesi’nde ‘olgunluk’ imtihanına girilirdi. Biz hususi okul olduğumuz için ‘Maarif’e kayıtlı olan okulda imtihana giriyorduk ve bitirmeler asıl orada tasdik oluyordu.

 

Bir arkadaşımız vardı: 214 Selahattin. Annesi Hacı Bekir’de çalışırmış. Bu Hacı Bekir’in kestane şekerleri çok güzel olur. Selahattin kestane şekeri getirir, bize satardı; tabii borca. Okul bizlere Şeker Bayramı’nda yüz kuruş, Kurban Bayramı’nda yüz yirmi kuruş harçlık verirdi. Harçlıklarımızı kestane şekerlerine yatırırdık.

 

            Biz de kabak çekirdeği, leblebi falan satardık. Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin orada dükkânlar vardı. Kilosu 16 kuruştan leblebi alır, (kile diye ölçümüz vardı) kilesi bir kuruştan satar, on altı kuruş kâr ederdik. Kimisi de karamela satardı.

Okul hayatımda bir kere kaçtım Darüşşafaka’dan. Beceremezdim hiç o işleri. Altıncı sınıftayız, Çarşamba Çukurbostan tarafındaki duvar için çocuklar tarif ediyorlar: “Yarım metre kapı üstünden altı adım gideceksin, aşağı atlayacaksın!” Kardeşim, ben iyi sayamamışım galiba. Atladım ama aşağı düşmek bilmedim. Yere bir düştüm ki, kıçımın üstüne lök diye oturdum. İçim sarsıldı, suratımı dizime vurdum. Ağzım burnum kırılıyordu. Canım çok acıdı. Nereye kaçıyoruz? O akşam İstanbul’un kurtuluşu. Beyazıt’ta fener alayları filan olacakmış, onlara bakacaktık.

 

*****

 

 

Eğlenmeden öğrencilik olur mu hiç?

 

Sabahları kahvaltı ederken hemen pencereye doluşurduk, Cumhuriyet Kız Lisesi’nin kızlarına el sallamak için. Sinemaya giderdik kızlarla. Beyazıt’ın aşağısındaki   Azak Sineması’na, Gülhane Parkı’nın arkasındaki Alemdar Sineması’na falan. Kızların elini tutamazdım, böööyle yan yana otururduk. Dostlar alışverişte görsünler…

 

O zamanlar, Çin-Japon Harbi vardı. Harboor vardı. Hiç sevmediğimiz bir film vardı: ‘Şahane Menekşeler’. Hiç kimsenin hoşuna gitmemişti. Eee, tabii biz Gary Cooper’in filmini istiyoruz. Hep ecnebi filmler vardı. Sonraları ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’ filmi geldi. Laurel Hardy’yi ve Arşak Palabıyıkyan’ı (Ermeni komedi filmi) sesli dublajlı seyrederdik.

 

Tel üzerinde cambazlar oynardı, altta da hokkabazlar vardı. Lunapark gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Ben yazları da mektepte kalırdım. Yani bekâr. Yaz tatilinde de her gün izin vermezlerdi bize dışarı çıkmak için. Bir gün içerde, bir gün dışarda olurduk. Adalara giderdik; Burgaz’a, Heybeli’ye. Beş on kişi toplanır, sabah kahvaltıdan artan ekmekleri toplar, zeytini, peyniri sarardık. Gerçi artan da yok ya, yine de giderdik adalara. Memurlar bazen acırlar, vapur parasını da almazlardı.

 

Üniformamız; lacivertti, asker üniforması gibi. Kol uçlarında yeşil şeritler vardı sınıfa göre. Dördüncü sınıfa bir tane, beşinciye iki tane, öyle giderdi. Sonra liselerinki yatay şeritin üstüne dikeydi. Sınıfa göre bir, iki, üç tane olurdu. Yakalarımız dikti. Kenarında yeşil şerit ve numaralarımız vardı. Düğmelerimiz sarıydı. İzinli çıkacağımızda düğmelerimizi kaville parlatırdık. Pantolonlarımızın kenarında da boydan boya yeşil zırh vardı. Şapkalarımızda ise sarı şeritler vardı. Biz lacivert veya siyah pelerin giyerdik, paltomuz yoktu. Kıyafetlerimiz üniforma olduğu için tüm bayramlarda, törenlerde talebe olarak biz giderdik. Darüşşafaka’ya yardım edenlerin cenaze merasimlerine de giderdik.

 

*****

 

Atatürk…

 

 

Atatürk’ü kaybettiğimiz zaman 17 yaşındaydım. Hastaydım ve revirde yatıyordum. Revirin Haliç’e bakan tarafındaki penceresinden Sarayburnu’nu görüyordum ve İzmit’e götürülmek üzere vapura bindirilişini ağlayarak izledim.

 

Atatürk’ün nakliyesinde bindiği makinenin makinisti eniştemdi. Eniştem anlatırdı; Atatürk’ün vagonu en arkada ve çift makineyle gelirmiş. Haydarpaşa Garı’na gelince ateşçiler, makinistler ‘Hazır ol’ durumunda Atatürk ayrılıncaya kadar beklerlermiş. Eniştem iki metre boyunda palabıyık bir adam. Atatürk her seferinde, enişteme, “Davut, bu bıyıklarını kesmeyecek misin?” der, eniştem de  “Emredersin Paşam, hemen keseyim” deyince, “Yok yok kesme” diye takılır ve yanındaki yaveriyle ateşçilere, makinistlere yirmişer lira bahşiş verdirtirmiş. Atatürk’ü makineyle hep eniştem götürmüş sağlığı elverdiği sürece ama eniştem Atatürk’ten evvel öldü.

 

(O kadar çok seviyorlarmış ki, Atatürk’ün ölümü neredeyse tüm Darüşşafakalılarda bir travma etkisi yaratmış.)

 

*****

 

Abilik; Ömür boyu süren saygı ve sevgi…

 

‘342 Mehmet’ Abi vardı, çok iyi voleybol oynardı. Darüşşafaka futbol takımında da oynadı. Bir gün Kayseri’den Antalya’ya gitmiştim, Mehmet Abi’ye uğradım. Orman başmüdürüydü. Beni Düden Şelalesi’ne götürecek.. Altımızda araba var, ben sigara içemedim yanında. Torun sahibiyken! Saygıya bakın! Hâlâ da bu saygı devam ediyor.

 

İhsan Abi’ye iki sene evvel, 90. yaş gününde hediye aldım. O hediyeyi neden aldım? Ben okuldayken haftada bir sinema vardı. Girişte 25-30 kuruş para toplarlardı. 6. sınıftaydım, benim de o gün param çıkmadı. İhsan Abi 9. sınıftaydı, bana “Tamam tamam geç” dedi. Gittim filmi seyrettim. Herhalde benim sinema paramın bir kısmını kendisi vermişti. İşte taa yıllar öncesinin borcunu yıllar sonra İhsan Abi’ye hediye alarak ödedim. Yaş gününde İhsan Abi’ye bunu da anlattım.

 

*****

 

“Milli formalarımız küflendi”

 

 

Mektebi bitirince iş olsun diye Varlık Vergisi zamanında İstanbul Defterdarlığı Emlak-ı Milli’de çalışıyordum ve futbol oynuyordum. Sonra 1949 senesinde beni Adalet Kulübü aldı. Yani transfer oldum. Transfer ücreti falan yok o zamanlar ama beni tekstilci olarak yetiştirdiler. “Tekstilci olarak, alaydan yetişmiş üç tane apre-boya ustası varsa birisi de sensin” derlerdi o zamanın otoriteleri. Futbol yüzünden ihtisas sahibi sanatkâr oldum. Futbolda Darüşşafaka’dayken ‘Liseler Karması’nda sonra ‘İstanbul Karması’nda oynadım.

 

Beşiktaş’a 40-41’de girdim. O yıllarda harp var, nerede çıkacaksın yurtdışına? Kimsenin futbolla ilgilendiği yok ki. Meşhur ‘Baba Hakkı’ var Beşiktaş’ta, ‘Baba Hüsnü’ bağırıyor “Milli formalarımız küflendi” diye. Benim oynadığım zamanlar milli takım inhisar (tekel) altındaydı; Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray’dan oluşurdu. İzmir’den bir kişi gelirdi: Meşhur Sait. Ankara’dan bir-iki kişi gelirdi hatta diğer takımlar milli takım için Fenerbahçe’yi takviye ederlerdi.

 

Bizim zamanımızdan Vefa’lı Galip vardı. Murat (Murat Alyüz) Fenerbahçe’de oynardı, Murat sınıf arkadaşımdı. O namzet çekmişti. Benden 2-3 ay sonra okula gelmişti işte. Onlar ve ben bizim dönemimizde üç dört kişi birinci sınıf futbolcu olduk. Boksör Naci, Fatih İdman’da Baki vardı. Rafet Abi bizden iki sınıf büyüktü; hem boksördü hem de artist oldu (Rafet Gülerman). ’26 Hayri’ Emlak Bankası Müdürü oldu. ’38 Fikret’ mühendis, Vecdet profesör, Selman da hariciyeci oldu.

 

*****

 

            (Faruk Hızal Ağabey ile ilk kez 2000 yılında karşılaştım. Ortaköy’deki dernek binasına, ağabeylerimizi ziyarete gitmiştim. Faruk Ağabey arkadaşları ile sohbet ediyordu. Beni görünce, “Beşiktaş yönetimindeki ‘Daçka’lı değil misin sen?” diyerek ayağa kalktı. Elimi sıkıp, yanaklarımdan öptü. O ana kadar Faruk Ağabey’in Beşiktaş’ta top oynadığını bilmiyordum. Bu bilgi eksikliğimden dolayı çok utandım.

 

            Saatlerce sohbet ettik Faruk Ağabey’le. Bana Darüşşafaka ile Beşiktaş’ın kardeş kulüp olduğunu, geçmişte nasıl işbirliği yaptıklarını anlattı. Fenerbahçe ile Galatasaray ‘Cuma Ligi’ne Darüşşafaka ile Beşiktaş’ı almayınca bu iki kulübün nasıl alternatif bir lig yarattıklarını anlattı bana. Birkaç kez de birlikte Beşiktaş maçlarına gittik Faruk Ağabey’le. Hem Darüşşafakalı hem de aynı takımı tutunca bir başka oluyor dostluk, kardeşlik…)

 

 

 

.

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here