HALİT ZİYA YILMAYAN

0
185

 

HALİT ZİYA YILMAYAN

1932-1940

            Darüşşafaka sevgisini izah etmek mümkün değildir. Bizlere her şeyi veren, bir yerlere getiren Darüşşafaka’dır. Her Darüşşafakalı aynı anadan babadan dünyaya gelmiştir.

Orada yediğimiz bir kaşık pilavın bedelini belki maddi olarak ödeyebiliriz ama manevi olarak ödemek mümkün değildir. Ve işte Darüşşafaka aşkı, sevgisi, bağlılığı buradan kaynaklanır. Sekiz senelik eğitimim sırasında Darüşşafaka bana önce ahlakı, terbiyeyi sonra dersi öğretti. Bir yerlere geldiğim zaman da hep bu sevgi ve öğretimler beni yönlendirdi. Hâlâ da camiama bu sevgiyi veriyorum. 1977’de kamudan emekli olduğum zaman ilk işim Darüşşafaka’ya gelip hizmet vermek oldu. Emekli olup cemiyete geldiğimde Darüşşafaka Derneği diye bir dernek vardı ama sadece ismi vardı, kendisi yoktu.

O günlerde Kadıköy’de Bomonti Bahçesi’nde on kişi bir araya gelip “Acaba Darüşşafaka Derneği’nin hali ne olacak” diye devamlı düşünüyorduk. O abilerimizin çoğu gitti, bugün o günlerden geriye sadece dört kişi kaldık: Vahit Arseven, Galip Haktanır, Doktor Sami Musluoğlu. Bir gün Kenan Talaş kardeşimiz bana geldi. (53 mezunudur.) “Abi, ben her ne kadar dernek başkanıysam da derneğin ismi var, cismi yok, lütfen bunu kurtarın” dedi.

Biz de 1980 yılında 40 kişiyi zar zor toplayarak okulda kongre yaptık. Kongrede yönetime beş kişi seçildik ve kalktık, ‘cemiyet’e, Çetin Bey kardeşime gittik.

Çetin Bey hemen, “Abi git evine otur” dedi.

 

– Niye?

 

– Abi ya, 80 sene hiçbir şey olmamış, sen ne yapabileceksin ki?

 

Bu söz üzerine abilerim kalktı gitti, ben gitmedim; oturdum. Rahmetli Cihat abimiz de gidiyordu, onu da tuttum,  çektim. Cihat abim de çok hasta bir Darüşşafakalıydı.

 

– Nereye? dedi.

 

– Ben buradan gitmiyorum. Bu işi halletmeye geldim, sen beni kapıdan atsan ben bacadan içeri girerim. Bak bunu, kafana böyle koy.

 

– Abicim, Benim bir şirketim var, Mecidiyeköy’de. Adı Doğu-Batı, Cuma günü bana gel, dedi.

 

O Cuma Cihat abimle birlikte şirkete gittik, bizi yemeğe götürdü. “Ne istiyorsun” dedi. “Yer” dedim. Derneğin dişe dokunur bir yeri yok, Okmeydanı’nda bir kahvede toplanıyoruz. “Ortaköy’de bir yerimiz var, orada bir oda vereyim. Ama orada hiçbir şey yok, ortalığı düzelteyim; gidin, orada çalışmaya başlayın” dedi. Bir hafta sonra her şey halloldu ve çalışmaya başladık. Ama kimse yok. Her sınıftan birer talebe buldum, isimleri topladım. Cihat Abi’yle birlikte bütün Türkiye’yi dolaştık, ne kadar Darüşşafakalı varsa hepsiyle temasa geçtik. Derneği düzenledik, sonra yine ona gittik. “Bizim paramız yok kardeşim” dedim. “Peki abicim, benden iki yüz elli bin lira” dedi.

 

1980’de iyi para! Bir liste yaptık ve bir ayda bir milyon iki yüz elli bin lira topladık. Bir sene sonra burayı satışa çıkardılar; ben talip oldum ve beş milyon liraya satın aldım. Darüşşafaka Derneği’ni iki kardeşimle birlikte uğraşarak ancak 1980’de seksen sene sonra mülk sahibi yapabildik ve toparladık. 1995’e kadar dernekte faaliyet gösterdim. Sonra geriye çekilerek kardeşlerime teslim ettim. Teslim ettiğim zaman üye sayımız 1500’dü.”

 

*****

 

 

Himayemde Darüşşafaka’ya kaydını yaptırın!

 

 

Ailem İstanbul’a 1800 yıllarının başında Rumeli’den gelmiş, İstanbulluyum. Annemin hâlâ Belgrad’da müzede gelinlik elbiseleri vardır. Çok saltanatlı bir hayat sürmüşler. Baba sülalemde biraz Bektaşilik vardır. Rumeli’nin bir Bektaşi tekkesi benim aileme aittir. Dedelerim orada yatıyorlar. Annemin babası Rami dedem Türkiye’de ilk mezbahayı Sultanahmet’te kuran adamdır. Padişahın emriyle beylik rütbesi verilmiştir. Ailem bir asker ailesidir, babam tahsilini İstanbul’da ‘Medrese-i Humayun’da (üniversite) yapmış. Dört lisan; Arapça, Fransızca, İngilizce, Rumca bilirmiş. İstiklal Harbi başlayınca biz ailecek Eskişehir’e nakledilmişiz. Düşman, Eskişehir’i işgal edince bütün malımızı yakmış. Yunandan çok büyük zarar görmüş ailem. Babam bayağı zengin bir buğday tüccarı imiş. Orduya çok büyük yardımları olmuş. Hatta buğday sevkıyatından alacağına karşılık kâğıt vermişler, babam kaybetmiş kâğıdı. Tahsilat yapamamış ama “Helal olsun” demiş. Sonra 1923’te İstanbul’a geri dönüyoruz. Babam İstanbul’da vefat ediyor. Darüşşafaka’ya 1932’de babamın vasiyeti üzerine, İsmet Paşa’nın tavsiyesi ile girdim.

 

Çok iyi hatırlıyorum, bir ağustos günüydü, babamın vasiyeti üzerine annem beni alarak Yalova’ya götürdü. Babamın büyütmesi, yani aileden Yaşar Albay (Atatürk’ün Muhafız Alayı Kumandanı) bizi karşıladı ve birlikte doğruca ‘köşk’e gittik. Amacımız Atatürk’le konuşmaktı.

 

Ama Yaşar Albay anneme; “Yenge, Atatürk uyku halinde, sizi İsmet Bey’e götüreyim” demiş. Böylece bizi aşağı köşke götürdü: Kapıdan baktım Erdal ve Ömer bahçede oynuyorlar. Erdal benden küçük ama Ömer’le aynı yaştaydık. İsmet Paşa banyodaymış, bizi bahçede oturttular. Paşa banyodan çıkıp bornozlu geldi, annem bir kâğıt verdi ona. İsmet Paşa, “Hanımı salona alın, üstümü giyineyim” dedi. Bizi salona aldılar. Paşa geldi, beni yanına oturttu. Anneme, “Kulağım az duyuyor, hızlı konuş” dedi. Annem durumu izah edince sekreterini çağırttı, not ettirdi ve “Himayemde Darüşşafaka’ya kaydını yaptırın” dedi.

 

Çıkarken de bana 50 lira harçlık verdi. Çok çok büyük paraydı. Altımıza da bir cip verdi, İstanbul’a döndük. İsmet Paşa’nın manevi evladı oldum. 15 gün sonra mektup geldi, “Himayemde Darüşşafaka’ya götürebilirsiniz” diye. Böylece ben okula yazıldım. Ama onun yüzünü kara çıkartmadım.

 

*****

 

O andan sonra her şey bitti.

 

 

Atatürk’ün en az on defa böyle yakınında oturdum. Dünyanın en güzel insanı. Dünyaya bir daha öyle bir adam gelmez.

 

1938’de onuncu sınıftan on bire geçmiştim yani son sınıfa. O gün Beyazıt Meydanı’ndaydım, terziye gidecektim. Baktım ki bayraklar yarıya inmiş, Atatürk’ün durumunu biliyorduk, hemen anladım. O andan sonra her şey bitti.

 

Atatürk’ün devrinde Türkiye’de şahsiyet vardı. İstiklal Harbi’nden çıkmış bir Türkiye’nin parası; 1 dolar: 80 Kuruş, 4 mark: 1 Lira idi. İşte şahsiyet bu. Bir memur 40 lira maaş alıyordu.  İstanbul’da ev kirası 3-4 Liraydı. Atatürk, Osmanlı’yı yıktı ama Türkiye’ye dünya nazarında şahsiyet kazandırdı. Bir şanstı Atatürk, 1000 yılda bir gelmez dünyaya, kıymetini bilemedik, çok acı.

 

*****

 

 

Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçişte zorlanmış biraz.

 

 

Memleket müzâyaka (zorluklar) içinde. Bu vaziyetlerde bile Darüşşafaka bizi şahane yetiştirdi. Esaslı, müteyemmim bir okul. Ahlaki ve laik dini veren bir okul Darüşşafaka. Bizim zamanımızda okula girişte yaşa bakılmıyordu, savaştan çıkıldığı için 14-15 yaşına kadar talebe alınıyordu ve şimdiki gibi ilkokul 3’ten sonra yani 4’ten başlıyordu.

 

Darüşşafaka’da bizim okuduğumuz dil 1940’a kadar Osmanlıca idi. Lehçe-i Osmaniye denirdi. Bugün de mevcut olan tüm dersler vardı. Yabancı dil olarak Fransızca okurduk. Sonra reform yapılarak dil Türkçe oldu. Türkçe geldiği zaman biz epey cahil olduk, iki arada kaldık ve dilimiz bayağı bozuldu. Bizim yaşadığımız sosyal çevre olarak yine de adapte olmamız zaman almadı, İstanbul yaşamı başlı başına zaten kendisi bir üniversite. Ama Anadolu’dan gelenler için uyum sağlamak zor oldu.

 

Okulumuz çok büyüktü, kışın ısınma yoktu, buz gibiydi. Alt kat yemekhane, orta kat tedrishaneler ve fizik laboratuvarı, üst kat yatakhane… Kimya laboratuvarımız bahçenin dışındaydı, cimnastik salonunun yanında. Kimya hocamız Reşat Alasya, Zeki Alasya’nın babasıydı. Yatakhaneyi düzeltip her şeyi yapan kadınlara anne derdik, bir de başhemşiremiz vardı, hastalara bakardı. Ona da ‘Emine Anne’ derdik.

 

Sabah derse girmeden önce, sonra ders bitiminde, bir saat oyun, yemek öncesi mütalaa ve yemek sonrası tekrar mütalaa. 50-60 kişi bir yatakhanedeydik. Orta kısım ve lise kısım diye ayrılırdık.

 

 

Hocalarımızla takışmak mı? Ne haddimize!

 

 

Hayır kopya filan yoktu. Bunlar sonradan oldu. Herkes çalışır, bidiğini yapardı. Beyin! O zamanlar ‘bir hafta izinsizlik’ vardı. Yani dersi bilemeyen bir hafta izinsiz kalırdı okulda. Dışarı çıkamazdı.

 

Nasıl oluyordu bu? Hoca derse kaldırıyor, bilemezseniz hemen “Bir hafta izinsizsin, çıkamazsın” derdi. Çalışıp dersi bilip ‘tasdik oluncaya’ kadar izinsiz olunurdu. 2 ay bile izinsiz kalanlar oluyordu. Tek yol oturup çalışmaktı.

 

Ben bir hafta Fransızcadan ‘izinsiz’ kaldım. O hafta da matematikten iftihara geçtim. Rahmetli Rıfkı Bey hocama gittim; “Hocam bak, bir tarafta ‘izinsiz’, bir tarafta ‘iftihar’ var” dedim. “Hadi Halit izne git” dedi, bana izin verdi.

 

*****

 

Çapkınlıklar…

 

 

Okulda disiplin cezası çok olurdu. Mesela bizde 10 ahlak numarası verirlerdi; üç sene içerisinde 10 tane numarası bitti mi okuldan kovarlardı. Ama o halde kimse oldu mu bilmiyorum. Ben bir tane ihtar dahi almadım. Yaramazlığım yoktu ki.

 

Müdürün verdiği bir ihtardan ödümüz kopardı, gürültü yaptığımız zaman parmağını sallayarak “İhtar veriyorum” derdi. Bir ay gürültü yapamazdık korkudan.

 

Ama Cihat abim çok yaramazdı. Sevgilisi vardı, Mecidiyeköy’de. (Sesi yumuşuyor, gülümsüyor belli ki o günleri yaşıyor.) Okuldan gece kaçardı. Hayret, hiç yakalanmadı. Duvardan atlardı. Yav, gece Mecidiyeköy’e gidiyor ve dönüyordu. (Hâlâ nasıl yakalanmadığının sırrını çözememiş gibiydi.) Sevgilisinin adı Hayriye idi. Meşhur Adapazarı zelzelesinde vefat etti sevgilisi, evlenemediler.

 

Bizim evimiz Hıristiyan muhitindeydi, Fener Balat’ta. O zamanlar Türk yoktu oralarda. Hıristiyan bir kız arkadaşım oldu. Adı Sofiya idi. Annem rahmetli, kaç defa kızın camlarını kırdı. Neden? Peşimi bıraksın diye tabii. Kız da peşimi bırakmıyor. Her hafta dansta beraberiz. Perşembe günü okuldan çıkınca beni alırdı. Hiç masraf yapmıyorum, kızın aile durumu iyiydi, beni hep gezdiriyor. Para onda pul onda, bizde para yok ki…

 

İlhan Gencer’e giderdik, beraber dans etmeye. Hakikaten o da çok güzel dans ederdi. Dansı seviyorum, ne yapayım elimde değil. Üç-dört sene beraber gezdik, sonra o evlendi.

 

Bizim orada bir Sultan Selim Cumhuriyet Kız Lisesi vardı. Bizim çocukların çoğu oradaki kızlarla arkadaştı. Büyük kısmı oradan edindiği arkadaşlarıyla evlendiler. Benim oraya gitmeye vaktim olamadı ki, muhitimde kız çoktu.

 

Okulda o zamanlar hafta sonu tatili Perşembe öğleden sonra başlar, Cuma devam edip Cumartesi sabah okula gelirdik.

 

*****

 

 

Okulda yaşam…

 

 

Ramazanlarımız çok muazzam geçerdi. Herkes ramazanın gelmesini beklerdi çünkü hindi dolmaları, ekmek kadayıfları, oooo… Enfes yemekler olurdu. Herkes üç sefer yemek yerken Burak rahmetli beş sefer yerdi.

 

Okulun içinde camimiz ve imamımız vardı, İhsan abiler zamanında oruç, namaz mecburiyeti varmış ve onlar ramazanda öğleye kadar uyurlarmış ama bizim zamanımızda mecburiyet yoktu. Tedrisat normal saatinde, 09.00’da başlardı. Gece sahura kalkardık, buz gibiydi. Yatakhanelerde soba yoktu. Zaten sobalar da 1938’de yapılmıştı. Daha önceleri o da yoktu.

 

Ramazan dışında da yemeklerimiz fena değildi. Savaş sonrası fakirlikte onu bulamayanlar da vardı. Örneğin kahvaltıda, 8 -10 zeytin, bir dilim ekmek ve karavanayla çay gelirdi, herkesin bardağına boşaltılırdı.

 

Güzel bir hamamımız vardı, kemerli bir hamam. Çok çok güzel bir hamam… Enfes! Enfes! Haftada iki gün hamamda yıkanma mecburiyeti vardı, o kadar sıkıydı temizlik. Hamamcı Numan bizim her şeyimizi hazırlardı. Hamama gider, şaklabanlığa başlardık. Kendi aramızda eğlenir, oyunlar oynardık. Birbirimize hamam tası, su atardık. Çocukluk işte ama hamam hayatı mükemmeldi.

 

Okuldaki sosyal faaliyetlerden ben dansa karşı aşırı meraklıydım. Müziği çok severim. Bizim konferans salonunda haftanın iki günü müzik yapardık. Cazlarımız vardı, bir de kemancı.

 

Hatta bir arkadaşım vardı; o, benim damım olurdu, dans ederdik. Evet erkek erkeğe, tabii ki başka biri yok. Rahmetli milli futbolcu Murat Akyüz. Çok güzel dans ederdik onunla beraber. Ben dans konusunda çok yetenekliydim. Hâlâ  dansı ve müziği çok seviyorum.

 

*****

 

 

Aynı anadan babadan doğmuş gibi.

(‘Abilik’ kurumunun ilk yıllardan beri varolduğu sanılır. Ama tüm abilerimiz bu görüşü reddettiler.)

 

Bugünkü anlamda abilik hiç yapmadım. Bizim zamanımızda abilik yoktu, sonradan oldu bu. Bizim zamanımızda abilik hakikaten abilikti. Her şeyimizdi onlar bizim, derdimizi anlatırdık. Sevgi ve koruma altındaydık. Çünkü bizde Osmanlı terbiyesi vardı. Şu anda biz hâlâ İhsan Abi’yle görüşüyoruz, bizde böyle bir abilik vardı.

 

Abilikler biraz bozulmuş okulda, nasıl olduysa! Çocuklara biraz aşırı davranmaya başlamışlar. ‘Dünya Harbi’nden çıkmış bir Türkiye; nüfus azalmış, çocuklar orada müthiş kaynaşma oluyordu. O zamanlar okulda 300 talebeydik.  Türkiye’nin her yerinden gelmiş birbirine bağlı büyük bir aile… Aynı anadan babadan doğmuş gibi. Bana bazen harçlık gelirdi bir yerlerden, ben o parayı hiç kendim yemedim hep kardeşlerimle paylaşırdık.

 

(Halit Ağabey’in okulda hiç takma adı olmamış. Sınıf arkadaşı olsam onu ‘Beyefendi’ olarak çağırırdım. Çünkü, o tam bir İstanbul beyefendisi.)

 

Okul müdürümüz Ali Kami Bey’di. O ayrılınca Hasan Fehmi Bey müdürlük yaptı. Ali Kami Bey 1938’de vefat etmeden önce milletvekili olmuştu.

 

Bayan hocamız yoktu! Hiç, hiç yoktu! Allah bize nasip etmedi öyle bir şey, kısmetimiz yokmuş yaaa…

 

Okul marşımız, kendisi de Darüşşafaka mezunu olan İsmail Sefa’nın meşhur bestesiydi. İsmail Sefa, Ali Kami Akyüz’ün abisi ve Peyami Sefa’nın babasıdır. Bir de meşhur edebiyatçı 27-28 mezunu Vasfi Mahir Kocatürk’ün marşı vardır.

 

Her hafta dışarıdaydık. 5 gün okulda, hafta sonu dışarıda. Ama dışarıda da gene okul arkadaşlarımızla beraberdik, dışarıdan hiç arkadaşımız olmazdı. Heybeliada bizim adamızdı. Her hafta 5-10 kişi toplanır, çalgılarımızla adada Çam Limanı’nda eğlenir, yer-içer, tekrar okula dönerdik. O zamanlar vapur 1 kuruş, bazen bizden para almazlardı. Tramvay da bedavaydı bize. Üniformamızdan tanınırdık.

 

Darüşşafaka’da o zaman iki tür öğrenci vardı; biri evci diğeri bekâr. Okul 365 gün hiç kapanmazdı ve evi olmayanlar devamlı kalırdı. Hatta ben evim yakın olmasına rağmen 3 sene bekâr kaldım onlardan ayrılmamak için. O üç sene yaz tatilimi de okulda geçirdim, o kadar bağlılığım vardı.

*****

 

 

Bir başka olurmuş Daçka’da bayramlar.

 

Enfes bir 10. yıl bayramı yapıldı. Dünyada öyle bir bayram daha olacağına inanamıyorum. Ahhh… nerede o günler? Herkese özel madalyalar yapıldı. Trenler, otobüsler bedava çalıştı; O yıldönümünde herkes Ankara’ya toplandı. Tüm öğrenciler hipodromdaydık. Atatürk o meşhur ’10. Yıl Nutku’nu hipodromda söyledi bizlere. Atatürk’e insan her gün ağlasa borcunu ödeyemez. İstanbul’da ve Türkiye’de bir hafta gece-gündüz bayram yapıldı.

 

Biz o duygularla ve özlemiyle yaşıyoruz. Maalesef şimdi o duygular kalmadı. İstiklal Harbi sonrası milli birlik ve yapılanma dönemiydi. Neler çektik neler. Türkiye neler çekti…

1939’da son sınıftaydık, bir eylül gecesi radyo “İkinci Dünya Harbi patlıyor” dedi. İnönü’nün büyüklüğü çok bu memlekette. Her ne kadar arkadan söylüyorlarsa da belki çok sıkıntı çektik ama bu memleketi harbe sokmadı. O, asker bir adamdı. Bunları anlatmak çok güç.

 

Sanırım günümüzde o duygular kalmadığı için çocuklar boşluktan yaramazlığa yöneliyor. Ama ben bu duyguları aileme verebildim. Torunlarımı da böyle yetiştirdim. Atatürk ruhunu işledim, çok mutluyum. Şimdi müfredatlarda böyle konular yok, içleri boşaltıldı.

 

O zamanlar çok ufak bir radyomuz vardı okulda, çocukluğumuzda radyo falan yoktu ki sonradan icat oldu radyo.

 

Türkiye savaşa girerse diye hiç korkmadık. Çünkü o zaman gençtik. Şimdiki kafamız olsa korkardık belki ama o zaman öyle şey düşünmüyorduk. Hem İsmet Paşa vardı. Vatan için, hürriyet için insan canını, her şeyini verebiliyor.

 

Atatürk nasıl verdirdi, işte böyle. 30 milyonluk Türkiye ‘İstiklal Harbi’nden çıktıktan sonra 13 milyon kaldı. Hatta 1927 tarihinde nüfus sayımı yapıldığı zaman ben 6-7 yaşındaydım, İstanbul’un nüfusu 340 bin kişiydi. 10. yılda 15 milyon olduk.

 

*****

 

 

 

O dönemde üniversiteye giriş imtihanı yoktu. Her isteyen istediği okula gidebiliyordu. Serbestti. Fen okuyanlar tıbba, edebiyat okuyanlar hukuk gibi sosyal branşlara gidiyordu. Üniversite vardı ama talebe yoktu.

 

Geçim meselesi yüzünden üniversiteye gidemedim. Miras yemedik ki. Liseden sonra çalışmaya başladım. Darüşşafaka mezunları üniversite mezunu gibi kabul görürdü o yıllarda, işyerlerinde kapışılırdı.

 

*****

 

(Hafızam beni yanıltmıyorsa 1988 ya da 89 yılıydı. Halit Ziya Ağabey, Cihat Ağabey ve Nusret Ağabey gibi kalbi Darüşşafaka sevgisi ile atan ağabeylerimiz bir yandan derneğimizi ayakta tutmaya, bir yanda da dağılmış olan mezunları bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Onların çabaları ile Beşir Özmen, Hüseyin Demir, Muhittin Uzal, Cemal Küçüksezer, Harun Yılmaz gibi ağabeylerimle birlikte dernek yönetimine girdik. Halit, Cihat ve Nusret ağabeyler büyük bir olgunluk göstererek kendilerinden çok genç olmasına rağmen Beşir Ağabey’i başkan yaptılar. Derneğin tekrar ayağa kalkması bu yeni yönetimle gerçekleşti. O tarihe kadar mezunlarını hep dışlamış olan Cemiyet yönetim kurulu ile ilk kez temas kuruldu. Dernek yönetiminden 2-3 kişi her yıl Cemiyet yönetimine alınarak mezunlarla Cemiyetimizin kaynaşması sağlandı. Bugün Darüşşafakalılar Derneği halen ayakta ise bunu, başta Halit Ağabey’e borçludur.

 

            Halit Ağabey’i ilk kez o yılarda tanıdım. Kalbi gerçekten Darüşşafaka sevgisi ile doluydu. Bu sevgiyi bizlere yeniden aşıladı diyebilirim. Bitmez tükenmez enerjisi ile mümkün olan tüm Darüşşafakalılara ulaşır, onları yuvalarına sahip çıkmaya davet ederdi. Çarşamba günleri yapardık dernek yönetim kurulu toplantılarını. Halit Ağabey rahmetli Cihat Ağabey ile, öğlenden önce, derneğe gelir ve akşamın hazırlıklarına başlardı. Meşhur kurufasulye-pilav ikilisi ya da ciğer-piyaz ikilisini pişirir, toplantı sonrası bizlere ziyafet verirdi. Onun yemeklerinin tadı damağımdan hiç gitmez.

 

            Halit Ağabey’i anlatmaya kelimeler yetmez. O, mutlaka tanışılması gereken, eli öpülüp, sohbeti dinlenilmesi gereken biridir. Halen, her çarşamba günü, Ortaköy’deki dernek binasında yemeklerini pişiriyor ve tüm Daçkalıları yemeğe bekliyor).

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here