SAİM KALE

0
282

 

 

SAİM KALE

1947-1955

‘356 KAFA’

            İkinci Dünya Harbi’nde Ruslar, Bulgaristan’a girince Trakya boşaltıldı, erkekler memlekette kaldı, kadınlar ve çocuklar göç ettirildi. Biz de İstanbul’a akrabalarımızın yanına geldik. Babam yaşadığı sıkıntılar sonucu vefat etti. Tanıdıklarımız vasıtasıyla Darüşşafaka’yı öğrendik ve dördüncü sınıftan Darüşşafaka’ya başladım. Aksaray’da oturuyorduk, aile durumumuz müsait olmadığı için kız kardeşim ilkokuldan sonra okuma fırsatı bulamadı.

Darüşşafaka benim tahsilimi sağladı, eğer Darüşşafaka olmasaydı, ekonomik şartlarımız, ortamımız tahsilimi devam ettirir miydi bilmiyorum.

Darüşşafaka benim için çok büyük bir fırsattır, lise bitince İstanbul Üniversitesi jeoloji mühendisliğini vakıflar bursuyla okudum, bir süre kamuda, bir süre de özelde çalıştıktan sonra 1975 yılında sınıf arkadaşım ile birlikte kendi şirketimizi kurduk, hâlâ çalışıyoruz.

*****

İki yüz elli gram akide şekeri    

Rıfkı Bey kendine özel bir kimseydi; söylediklerini anlayamazdık, şimdi anlıyorum. Rıfkı Bey’in kendine özel yöntemi sert ve katıydı. O dönemlerde öyle mi gerekiyordu bilmiyorum; çünkü öğrenci yetiştirmek çok özel bir şey. Dolayısıyla Rıfkı Bey bende hep çok sert bir intiba bıraktı, bir tokadını yedim fakat haklıydı. Cuma günüydü, hava iyi olursa hafta sonlarında okuldan bize kumanya verirler ve kendi organizasyonumuzla bir yerlere giderdik.

O Cuma da akşam mütalaasında bir organizasyon yapılmaya çalışılıyordu, adaya mı, yoksa başka bir yere mi gidelim diye aramızda kâğıt dolaştırıyorduk. O sırada kâğıt bana geldi, kâğıt bana gelirken Rıfkı Bey gördü ve bana “Hımm…” şeklinde işaret etmişti. Ben de kâğıda bir şeyler yazdım, öbür tarafa aktarmam gerekiyordu; aktardım. Bunun üzerine Rıfkı Bey gelerek bana bir tokat atmıştı.

Çocukça heveslerimin olduğu dönemde hafta sonları eve gitmezdim, okulda kendi aramızda eğlenceler yapılırdı. Bir gün sınıflar arası düzenlediğimiz fıkra yarışmasında beşinci sınıflarda ben birinci oldum, iki yüz elli gram akide şekeri kazanmıştım.

Edebiyat hocamız Tahir Nejat Gencan mükemmel bir insandı, o yaştaki bizlere not kaygısı olmadan zevk aldırarak ‘aruz vezni’ni öğretmişti.

Biyoloji hocamız Adil Binal benim gözümde öyle büyük bir hocaydı ki, milletvekilliği yaptıktan sonra bize biyoloji hocalığına gelmişti ve öğrencilere davranışındaki adaletli tutumu, bilgisi müthişti. Çok etkilenmiştim, balığı, kurbağayı, kalbi, iç organları onun sayesinde öğrendim; çünkü konu neyse derse o gün o malzemeyi getirirdi. Uskumru balığı, böbrekler falan öğretimi görselleştiriyordu.

 

Bizler her dersi ayrı bir sınıfta yapardık, tarih, coğrafya, fizik hepsinin sınıfı vardı. Okulumuzun potansiyeli çok iyiydi, okulun toplam mevcudu dördüncü sınıftan on birinci sınıfa kadar iki yüz kırk kadar öğrenciydi ve bu, o koca binada mükemmel bir durumdu. Mesela on birinci sınıftayken kimyaya Çapa Eğitim Enstitüsü’nden Mithat İli geldi, kimya laboratuvarımızı görünce hâlâ gözümün önündedir; inanamamıştı. Ondan sonra biz dersleri kimya laboratuvarında yapmaya başlamıştık. Yani okulumuzun çok büyük potansiyeli vardı, okul bu kadar mükemmelken bizler daha iyi olabilirdik diye özeleştiri yapıyorum kendime.

 

Ayrıca hocaların eğitim ve öğretimde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela ortaokulu bitirirken matematiğe Mahmut Hoca gelmişti. Dokuz ve onuncu sınıflarda da geldi; öyleydi ki, öğrenciliğimizle o hocanın bize ders verecek kalitede olmadığını görebiliyorduk. Bu, çok olumsuz bir durumdu; ümit ederim ki bu devirde çok yakından takip edemiyorum ama böyle hataları yöneticilerimiz inşallah yapmıyordur.

 

Okul yaşantımızda biraz kapalı kaldık. Rahmetli Reşat Heparı başmuavin iken her ay tiyatroya gidebiliyorduk hatta Sait Faik son edebiyat matinesine bize gelmişti; ondan sonra vefat etti. Reşat Heparı hocamız vefat edince yerine gelen başmuavin “Siz yetimsiniz, tiyatro sizin neyinize” şeklinde bir mantıkla yaklaştı. İşte o mantıkta olan kişilerin öğrencileri yönetmesi doğru değildi, fakat hatalı olan o kişi değil onun gibileri atayanlardı.

 

*****

 

 

Hep nizami oldum…

 

Lise son sınıfta bu boyumla (boyu 1.60) sınıf basket takımında oynuyordum, çünkü bizim sınıf fen kolu on kişiydik mecburen ben de sahaya çıkardım. Spor olanaklarımız çok iyiydi; yönlendiriciler yoktu, hüdai nabit (doğadan gelen özellikle) abiden görerek onlar ne yapıyorsa biz de yaparak bir şeyleri öğreniyorduk.

 

Darüşşafaka’da abilik çok önemli bir rütbedir o rütbeden dolayı abilerin doğrusu bizim de doğrularımızdı. Cilt kolu başkanıydım, kütüphanedeki bütün kitapların ciltlenmesini ben yönettim, sinemaya gidebilmek için maddi durumum müsait değildi, arkadaşlar bana gördükleri filmleri anlatırlardı.

 

Ben çok mülayim bir çocuktum, ailemin beni yetiştirdiği sistemden dolayı okul yaşamımda hep nizami oldum, hiçbir şeye karışmayan hep pasif durumda gibiydim çünkü hal ve gidiş bizim için çok önemliydi. Her sene hal ve gidiş notum pekiyi iken bir kere iyi geldi. O da 1953’te Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e nakledilişinde. Bütün kurumlardan, okullardan tören için kişiler Ankara’ya gidiyordu; okuldan da bir grup seçildi. Fakat bizde de öyle bir özellik vardı ki kim ne derse desin Atatürk’ün nakline bizim de gitmemiz gerekiyordu; böyle hissediyorduk. Okuldan imkân olmayınca trenler de çok ekonomik fiyatlarla idi, sekiz on kişi içimizde Ankaralı olan Bulut da var; İzinsiz gittik, bir nevi kaçtık. Törene katılıp döndük, aradan zaman geçti; okuldan kaçtık diye ‘haysiyet divanı’na çağrılarak müdafaamızı yaptık. Sonuçta okuldan kaçma eylemimiz için bize ihtar verildi. Ancak güzel bir şey oldu: O ihtar karnemize iyi diye geçti, sonradan da öğrendik ki o ceza sicil kaydımıza da girmemiş.

 

Bir yaz tatilinde okulda kalmıştım, çocuk saatinde İstanbul Radyosu’nda bize türkü için on beş dakikalık zaman verilmiş, bir organizasyon yapıldı; saz çalanlar belli, arkada da şarkı-türkü söyleyecek koro için sekiz on kişi lazım. Topladılar adamları “Sen de gel” dediler, “Ama yavaş söyle!” Bulut’ların alaturka programlarından biriydi. Bizim programın radyoda yayımlandığı gün de Ankara’da Ankara- İsviçre maçı vardı, 6-1 yenilmiştik. Dolayısıyla Ankara Radyosu o maçı veriyordu, herkes maç dinlerken rahmetli annem de maçla falan ilgisi olmadığı için İstanbul Radyosu’nu açmış, radyoda benim ismimi duyunca müthiş heyecanlanmış. Annem, benim liseyi bitirdiğimi göremedi; bu yüzden benim anneme verebildiğim tek mürüvvet budur. Okuldayken izciydim, folklorda Ege oyunu ‘Tamzara’yı oynardık.

 

*****

 

“Geçmişini düşünen aptaldır”

 

Şu anda çocukluğumda yapamadığım yaramazlıkları yapıyorum, delice şeyler.. Kızımla bir tek konuda takışıyoruz. “Ya baba, şöyle baba gibi bir baba olamadın” diyor. Yaşıma uygun olmayan bir rahatlık ve keyif içindeyim, şöyle düşünüyorum: Çözülemeyecek sorunlara üzülmenin, sinirlenmenin anlamı yok, o vakit de keyifli oluyorsunuz. Bu düşünce bende şöyle gelişti: Darüşşafaka’nın verdiği olanaklar dahil çocukluğumuz sıkıntı ve fakirlik içinde geçti; üniversitede bursla limitle yaşadım, sonra bu günlere gelince diyorsunuz ki ben ne kadar kötü olursam olayım o günler bir daha olmayacak.

 

Hayyam’ın dediği gibi “Geçmişini düşünen aptaldır”. Geleceği düşünen de pek akıllı sayılmaz ama ben geleceği düşünmeyi seviyorum. Pek çok kişi gençliğini hasretle anar, ben hatırlayınca nefesim daralıyor, hiç hatırlamak istemiyorum.

 

*****

            

 

Vicdanım çok rahatsız

 

Darüşşafaka gelirle yaşayan bir kurum ve gelirinin arttırılması gerekiyor. Geçmiş yıllarda hayır kurumu olarak Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Darüşşafaka vardı fakat bugün hayır toplayan o kadar çok kurum var ki, dolayısıyla Darüşşafaka onların arasında yerini alamadı. Daha önceleri aldığı pay çok çok küçüldü, gelirlerini bir şekilde sirküle etmesi lazım.

 

Darüşşafaka yatılı bir mektep, kız-erkek on-on sekiz yaş grafiğinin, insan olma özelliğinin sert köşe yaptığı bir dönem. Bu aralıkta çok mükemmel eğiticilerin olması gerekiyor ama bugün bu konuda biraz zayıf olduğumuzu düşünüyorum. Üniversite giriş sonuçlarından oluşan bir kanım bu, şunu biliyorum: Uygun eğitici bulunursa çocuklarımız mükemmel olacaktır çünkü Darüşşafaka’yı iyi yerlerde görmek istiyorum.

 

Darüşşafaka çok özel, çok avantajlı bir kurum. Okula giriyorsun bir kuruş harcamadan mezun oluyorsun. Kendi adıma Darüşşafaka için bir şey yapamadığımı düşünüyorum; bu yüzden vicdanım çok rahatsız, uzakta olmam bir mazeret olmamalıydı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here