NUSRET ALTINKAYA

0
110

NUSRET ALTINKAYA

Boris

1942-1951

      

1932 Samsun doğumluyum, dört erkek kardeşin sonuncusuyum. Babam, teğmen rütbesinde, topçu bataryasında ‘Çanakkale Savaşları’na katılmış; yanağındaki şarapnel izini iyi hatırlıyorum. Doğumumdan kısa bir süre önce, koşulu top bataryası komutanıyken re’sen emekliye sevk edilmiş. Onca savaş ve ‘Milli Mücadele’den sonra ordunun donanımı çok yetersiz, malzeme kıt. Ziya Gökalp’in kardeşi ‘Kürt Niyazi’ Paşa, Samsun’a teftişe geliyor. Katanaları nalsız görünce “Yüzbaşı, bunların nalları niye yok” diyerek babamı fırçalıyor. “Komutanım, elimizde nal yok, olsa çakardık” cevabı, emekliye sevkine neden oluyor.

Bunları sonradan annemden öğrendim. Şimdi düşünüyorum da haksızlığa ve bozuk düzene isyan tohumları beynime ve yüreğime daha o zamandan yerleşmiş. Yaşamım boyunca, resmi-özel işyerlerinde, karakterimi belirlemiş bu tohumlar yüzünden kırılmadım ama epeyce hasar gördüm, asla pişman olmadım.

Samsun’dan, elde ne var ne yok satıp apartopar ayrılış, burnu direkli Güneysu vapurunun ambarında İstanbul’a gelişimiz… Sirkeci’deki ucuz otel odaları, Cihangir ve Sultanahmet’te kiralık ahşap evler… Nihayet Emniyet Sandığı’ndan 10 yıl süreli borçla alınan Fatih Sarıgüzel’deki iki katlı evimiz…

İlkokula merdivenli Salıpazarı Yokuşu’nun yakınındaki 37. Mektep’te başladım. İkinci ve üçüncü sınıfı Hırka-i Şerif Camii’nin yanındaki 19. Mektep’te okudum. İkinci sınıftayken babam öldü. Yoksulluk, yoksulluğun en koyu olduğu savaş yıları… Önce ben evden koptum. Bir komşumuzun anneme hatırlatmasıyla varlığını öğrendiğimiz Darüşşafaka’ya 1942 eylülünde girdim. Evden bir boğaz eksilmişti!

Sonra Talat ağabeyim Bursa Askeri Lisesi’ne, Fikret ağabeyim de Deniz Lisesi’ne girdiler. En büyüğümüz Cüneyt (ünlü artist Clark Gable’in ikizi gibiydi), gemilerde kamarotluk, postanelerde telgraf memurluğu yaptı. 30 yaşındayken öldü, yüzlerce litre alkolün bedeninde yarattığı tahribat sonucu…

‘Klark Cüneyt’, çevresi çok geniş, yakışıklı fakat parasız bir hovardaydı. Evdeki eşyalardan ufak ufak götürüp satardı. Yaşasaydı, Galata-Beyoğlu bölgelerini de kabadayılık sınırları içine alabilecekti benim güzel ağabeyim.

*****

Savaş yılları ve Darüşşafaka…

İlkokul 4. sınıfa Darüşşafaka’da başladım. İlk ceket-pantolonu, ayağıma uygun ilk ayakkabıyı, etüvden çıkmış olsa da ilk paltoyu orada giydim. Artık ikinci yuvamdı burası. Yakasında metal harflerle Darüşşafaka Lisesi yazılı ‘harici’lerimiz verildiğinde ne kadar sevinmiştik. İzinli çıktığımızda, sırf ağabeylere asker usulü selam çakabilmek için Fatih-Malta-Çarşamba caddelerini arşınlardık…

 

Savaşın devam ettiğinden haberimiz yoktu. Ne zaman ki ekmek payımız daha da küçülmeye, yemek miktarları ve çeşitleri azalmaya, -sabahları da dahil- çorba, bakla ezmesi sıkça verilmeye başlandı, ancak ondan sonra savaşın etkilerini kavrayabildik.

 

Yatakhanelerin bütün pencereleri siyah perdelerle örtüldü, bahçede 8-10’ar kişilik sığınaklar hazırlandı. Şehirde alarm sirenleri çalmaya başladığında büyük ağabeyler ellerinde fenerler, bizleri sığınaklara yerleştirirlerdi. O arada uçak sesleri duyar, gökyüzünü tarayan ışıldakların çapraz ışıklarını görürdük.

 

O zamanki hükümetin Almanya yanlısı olduğu söyleniyordu. Herhalde dördüncü sınıftaydık; bizleri, Alman sanayi ürünlerinin sergilendiği Eminönü Halkevi’ne götürmüşlerdi. Bu müthiş görsel propagandanın mutlaka etkisi olmuştur. Hitler, Göbels, Göring, Rommel… Artık bizimkiler kadar tanıdığımız kişilerdi.

 

Ekmek karneyle veriliyor, şeker, kaputbezi, gazyağı nüfus cüzdanlarına vurulan damgalarla alınabiliyordu. Savaşın sıkıntılarını en çok İstanbul’da yaşayanlar çekmiştir herhalde. Anadolu’da akrabaları, yakınları olanların şehri terk ettiklerini duyardık. Fırın camlarının izdihamdan kırıldığını, sokakta açlıktan baygın yatanları gayet iyi hatırlıyorum.

 

Darüşşafaka’ya girmeden önce beş kişilik (anne ve dört kardeş) ekmek karnemiz vardı. Bitişik komşumuz M. Ali Amca da nereden temin ediyorsa, iki tane sarı renkli ‘ağır işçi’ karnesi veriyordu bize her ay. Bizimkiler yarım, bunlar ise bir ekmeklikti. Cüneyt ağabeyim, hayatı kolaylaştırıcı bir yol bulmada ustaydı. Sarıları, o güne ait kuponları ile kestikten sonra diğerlerinin arasına koyup hepsini birden iğnelerdi. Fırıncı o kargaşada kestiği kuponları saymadan kutuya atar, karne sayısına göre ekmeğimizi verirdi. Sonradan birimiz tekrar kuyruğa girer, önceden kesilmiş iki ağır işçi kuponuyla iki ekmek daha alırdık! Hanemize fazlaca günah yazılmamıştır inşallah.

 

*****

 

 

Boris Nusret…

 

Savaş bittiğinde orta birinci sınıftaydım. Savaşın dışında kalmıştık, burnumuz kanamamıştı ama imanımız da gevremişti. Aklımızın ermediği bir gelişmeyi, 1945 şubat ayında radyodan ve gazeteden öğrendik: Her cephede yenilgisi kesinleşen Almanya’ya harp ilan etmiştik.

 

Okulda yavaş yavaş biz de ‘ağabey’ olmaya başladık. Yatılı okullarda ağabeylik, kendinden küçüklere hükmetme hakkını verir, lise sınıflarında etkisini kaybeder. Henüz gözü açılmamış küçükleri, son dersten sonraki uzun teneffüste gözümüze kestirir, oyun var diye kandırıp sınıfa toplardık. Tahtaya iliştirdiğimiz bir çarşafın önünde ‘Pehlivan Metin’ ‘Lorel-Hardy’ taklidi yapardı. Ben de ‘Boris Karloff’… Beş on dakikalık gösterimiz masumların beş kuruşuna mal olurdu. Bundan sonra okulda adım unutuldu, ‘Boris’ oldum.

 

Orta ikide kopya çekme alıştırmalarına başladım, sonraki yıllarda tekniğimi epeyce geliştirdim. Öğretmenlerin dikkatlerini, dalgın anlarını, zaaflarını incelemeye alıyor; uygun zamanı ve ortamı iyice kollayarak işimi gayet soğukkanlı görüyordum. Gözünden bir şey kaçmaz diye ünlü bir öğretmene şöyle bir teknik uyguladım: Yazılı olacağımız günün sabahı sol gözümü mendille kapatıp okulun kapısında öğretmenin gelişini kolladım ki o halimle beni görsün. Dahili elbiselerimizin ikisi üstte, ikisi yanlarda dört cebi vardı. Sorulması kuvvetle muhtemel soruların özlü cevapları, formülleri yazılı küçük kâğıtları geceden hazırlamış; sıralarını aklımda tutarak ceplerime yerleştirmiştim. Bana beş veya altı aldıracak bir-iki soru yüzde seksen çıkardı. Öğretmen ders boyunca beni kollayacak değildi ya! Fırsat buldukça cebimden çıkarıp mendilin altına koyduğum kâğıtları kısacık aralıktan okumak çok zor oluyordu. Be çocuk! Bu kadar zamana, zahmete, riske değer miydi? Değerdi, çünkü amatörce bir zevk, heyecan duyardım.

 

Uzun uzun ders çalışmak yerine pratik kopyalar hazırlamak bana epeyce boş zaman kazandırıyordu. Diyebilirim ki liseyi bitirine kadar okul kitaplığında mevcut Fransız ve Rus klasiklerinin çoğunu etüt saatlerinde ve fırsat buldukça derslerde okumuşumdur. Bu da kusurlarımın bir kısmını bağışlatır herhalde. Her dönemde bir yıl sınıfta kalma hakkı tanındığında, biraz dinlenelim diye 14 arkadaş lise birde ‘taammüden’ çaktık! Böylelikle ‘kıdemli’ olmuştuk, radyatörlerin yanındaki sıralara bizden başka kimse oturamazdı.

 

(Abiliğe terfi edince ne çok kötü alışkanlık edinmiş Nusret ağabeyimiz.)

 

Yatılı okullar insana yaşam boyu sürdürülecek arkadaşlık, dostluk gibi değerler kazandırdığı gibi, kötü alışkanlıklar için de en uygun ortamdır. Sınıfta kaldığım için dertlenmem gerekiyordu, onu hafifletmek için de sigara içmek… Böyle başladım ufak ufak, buldukça içmeye. Başkaları gibi sürekli kontrol altında tutulan tuvaletlerde içmezdim; kendime güvenli bir yer bulmuştum: Öğretmen tuvaletleri. Onlar yemekteyken ya da evlerine gittikten sonra yakalanma korkusu olmaksızın keyifle tüttürürdüm.

 

Not defterindeki ve kanaat cetvelindeki kırık notları, dikkati çekmeyecek yenileriyle değiştirmek de marifetlerimiz arasındaydı: 148 Hüsnü, Metin ve Boris.

 

*****

 

 

 

Efsane öğrenci: 148 Hüsnü

 

Mezun olduğu okulda iki kez müdürlük yapmış olan benim için utanılacak bir geçmiş ama zamanaşımına uğradığından yazabiliyorum bunları. Çocuklarım bana takılmakta haklılar: “Baba, sen gerçekten o okuldan mezun oldun mu?”

 

‘148 Hüsnü’, farklı yeteneklerle donatılmış bir arkadaşımız. Sınıfta herkesin onunla ilgili bir anısı mutlaka vardır. Onca yıl kitap açıp ders çalıştığını gören olmadı. Kendini oyalayacak bir şeyler bulurdu daima: Havada takla atan paçalı beyaz güvercinler yetiştirmek, depodaki eski yataklardan çıkardığı yün ve pamuklardan, bayağı zıplayan bez toplar yapıp küçüklere zorla satmak, üzerinde sadece bir don, kafasında ahçılardan aldığı bez külahla futbol sahasında maç yapılırken tur atmak, daha ocak ayında elinde bir kalem kâğıtla “Hocam 1 Mayıs’ta adaya tur düzenledik, gelir misiniz” diye ders yapılan sınıfları dolaşıp hocaların sinirlerini bozmak… Güzel alışkanlıklarından biri de ihtiyacı olduğunda başkalarına ait eşyayı ’emaneten’ kullanmaktı. Fakat kendince çok gerekli şeyleri herkesten gizlerdi. Onlarca anahtar, maymuncuk benzeri sivri, yivli çubukları, telleri bahçedeki mezartaşları arasında, hamamın arkasındaki sandukaların altında saklardı. Daima ceplerinde taşıdığı, içlerinde mürekkep silici birtakım sıvılar olan küçük penisilin şişelerini, oje fırçası ve kurutma kâğıtlarını sadece Metin’le ben bilirdik.

 

Öğretmenlerin çoğu; not defterlerini, dönem sonu ise kanaat cetvellerini öğretmenler odasındaki dolaplarda bırakırlardı. Hüsnü’nün, usta bir çilingir gibi, okulda açamayacağı kapı, dolap olamazdı.

 

Ancak çok geçerli durumlarda, yılda birkaç defa yaptığımız not düzeltme işi, lise birinci sınıfta başladı, ikinci sınıfın sonuna kadar sürebildi. Her uygunsuz işte olduğu gibi bizimki de hüsranla sonuçlandı.

 

Okulun her köşe bucağında gizli kamera gibi çalışan ‘Gandi Necati’nin kuşkulanıp ihbar etmesi üzerine disiplin kuruluna verildik. Sabıkaları bir hayli yüklü Hüsnü ve Metin okuldan çıkarıldılar. Edebiyat derslerinde en gözde öğrencisi olduğum Tahir Nejat hocamın kayırması ve kefaletiyle ben ‘tekdir’ alarak paçayı kurtardım. Sevinemedim, içime anlatılmaz bir acı çöküverdi… (‘Gandi Necati’ler her dönemde varmış demek ki. Bizim de Osman Şarman’ımız vardı.)

 

‘Pehlivan Metin’le daha Darüşşafaka’ya girmeden önce de Hırka-i Şerif İlkokulu’nda beraberdik. Onun da derslerle pek ilgisi yoktu. Radyoda güreşleri anlatan Eşref Şefik’in, yabancı artistlerin, okula arada bir gelen kalitesiz tiyatrolardaki tiplerin taklitlerini pek güzel yapardı. Başından geçmemiş şeyleri olmuş gibi anlatıp herkesi güldürürdü. Güzel sesi vardı; her toplantıda söylediği üç beş şarkıyı ister istemez bizler de ezberlemiştik. Fatih Güreş Kulübü’ne devam ederdi, cüssesine göre herhalde ağır sıklette güreşirdi. Şakacı bir arkadaşın anlattığı eğer doğru ise boylu boyunca yattığı minderden ancak hakemin düdüğüyle kalkabilirmiş.

 

Davetli olduğu toplantılardan önce, daha çok yiyebilmek için sirke içtiğini bana şaka yollu gülerek söylerdi. Böyle iştahlı insan görülmemiştir: Diş doktoru arkadaşımız Selim’in yalısında sıkça verdiği ziyafetlerden birinde, çerezdi, soğuktu, ara sıcaktı filan gelenleri atıştırdıktan sonra tam dört tane lüferi de yemiş, kısa bir hazım devresinden sonra vallahi altı kâse işkembe çorbasını da içmişti. Yarı baygın serildiği kanepeden sabaha karşı zor kaldırabilmiştik.

 

Ağır şeker hastalığı yüzünden aramızdan erken ayrıldı Metin. Ölüm haberini eşinden alıp Bakırköy’deki evine gittiğimde henüz soğumamıştı.

 

*****

 

Subay Nusret…

 

Diğer okulları bilmiyorum ama Darüşşafaka’da mezuniyet sonrası için bizlere tavsiyede bulunup yol gösterecek hiç kimse yoktu. Rehberlik servisiymiş, testlermiş, yetenek sınavlarıymış… Sonraları ortaya çıktı. Ağabeylerime özendim; biri karacı, biri denizciydi. Ben de son sınıfta iken havacı olmaya niyetlendim.

 

Başvuru belgelerini tamamladıktan sonra, sağlık raporu almak için arkadaşım Güneş’le birlikte Cerrahpaşa Hastanesi’nde ilgili bölümleri dolaşıyoruz. Sıra geldi akliye (sinir hastalıkları) bölümüne. Aralık duran kapıda ‘Ord. Prof. Şükrü Hazım Tiner’ yazılı. Kapıyı tıklatıp, önde Güneş içeri girdik. Masada kalın camlı gözlüklü, kalın kaşlı bir doktor oturuyor. Bakışları sert mi sert… Bir şeylerin ters gideceği içime doğdu sanki.

 

Darüşşafakalı olduğumuz ceketimizin üst cebindeki armadan belli, zaten sevk yazımız da okuldan. Hocanın, yatılı okullarda cinsellikle ilgili imalı, biraz da müstehcen sorusuna Güneş, alaylı bir üslupla sırıtarak ters bir cevap verince, o gün sinirleri üzerinde olduğu anlaşılan hoca rapora bir şeyler yazıp arkadaşıma fırlattı, “Hadi defol” deyip kovdu. Güneş de ne yazdığına şöyle bir baktıktan sonra yırtıp parçalara ayırarak masaya bıraktı, odayı süratle terk etti. Hoca masaya yaklaşmamı işaret edince belgelerimi uzattım. “Sen de aynı okuldasın haa” deyip redis uçlu kalemiyle yırtarcasına kanaatini yazdı; Sinirleri yatışmamış olacak ki elinin tersiyle beni de si…r etti. Dışarı çıkınca raporu okudum: Akli muvazenesinde bozukluk vardır! Vah vah, güler misin ağlar mısın?

 

Madem ipimiz çekilmiş, içeri girip şöyle demem gerekmez miydi “Hocam, karşınızda duran şu masum genç, istikbalini, göklerde arayan bir vatan evladıdır. Sinirlerinize biraz hâkim olsaydınız ne kaybederdiniz?”

 

Koskoca ordinaryüs profesörün imzasını taşıyan o kapı gibi raporu niye saklamadım ki? Hiç olmazsa o sayede cezai ehliyetim olamayacağından, özellikle şu son yıllarda işime çok yarardı.

 

*****

 

Şehzadebaşı sinemaları…

 

           

Darüşşafaka’da olduğum yıllarda (1942-1951) Edirnekapı’dan Beyazıt’a kadar altı sinema vardı. Karagümrük’te Aysu, Malta’da Madalyon, Şehzadebaşı’nda Turan, hemen karşısında Milli ve Ferah, Beyazıt’ta da Marmara Sineması. Bunlara sonradan Saraçhane’deki Yeni Sinema eklendi. Beyoğlu’ndakiler (Lale, Atlas, Saray, Elhamra) bize göre lüks sayılırdı, pek gidemezdik. Hem pahalıydı hem de gidiş dönüş yol parası gerektirirdi. O devri yaşamayanlar için abartma gelebilir ama belleğimde iz bırakanları aynen anlatmalıyım.

 

Şehzadebaşı sinemalarına ancak pazar günleri sabah matinelerinde gidebilirdik. Kapalı yakasında metal harflerle Darüşşafaka Lisesi yazılı resmi giysilerimizi gören kapıdaki görevliler bizi çok defa biletsiz içeri alırlardı. ’32 Kasım Tekmili Birden’ lafı o zamanlardan kalmadır. Kocaman renkli afişlerde 5 film yazılı olsa da iki saate kalmaz tekmili birden bitiverirdi.

 

Esasen gelenlerden çoğunun filmlerle ilgilendiği yoktu. Tecrübe geçirmiş olanlar mutlaka balkon altında kalan yerlere otururlardı; çünkü ışıklar söndükten sonra yukardan kafalarına gazoz döküleceğini, tükürüleceğini -inanılmaz ama yeminle söyleyeyim- hatta işeneceğini bilirlerdi. Film başladıktan sonra ise perde önünde gezinenler, biraz açık sahnelerde ‘Eyi muuuz’ naraları, alttan üstten ve yanlardan perdeye tutulan onlarca el feneri, bitmez tükenmez bağırmalar ve kahkahalar ‘programa renk katardı’. Zaten bu üç sinemaya aklı başında seyirci gelmezdi. Hadi it-kopuk demiyeyim, çoğunlukla hayta takımı doldururdu bu sabah matinelerini.

 

Karşısındaki Ferah Sineması’nda ise bazı hafta sonları ‘Talat Dumanlı Tiyatrosu’ icra-i sanat eylerdi. Ben de bir cumartesi akşamı okuldan kaçıp gitmiştim. Herhalde ortaokul sınıflarındaydım. Oyunun konusunu doğrusu hiç anlamamıştım ama neden ‘Dumanlı’ olduğunu öğrendim: Aktör Talat’ın yegâne marifeti, güldürmekte zorlandığı zaman poposunu seyircilere döndürüp şalvar benzeri pantolonunun arkasındaki görünmez deliklerden dumanlar püskürtmesiydi. Eh bu sahnelerde gülmekten kırılmaz mı seyirciler… Demek ki o zamanlar, sırf bu marifeti görmek için para verenler de oluyormuş. Günahı söyleyenlerin olsun, bu sinemanın tuvaletlerinde iki buçuk liraya kadın da pazarlanıyormuş. Pes doğrusu. Zina filan bahane, bu millet her devirde, her durumda işini görüyor.

 

Marmara Sineması, üniversite çevresinde olduğundan kaliteliydi, doğru dürüst filmler gösterilirdi, öyle zıpırlıklar olamazdı orada.

 

(Şehzadebaşı sinemalarının ağabeyimiz üzerindeki etkisini gayet iyi anlıyorum. Bizim kuşak da kıyısından köşesinden yetişti o sinemalara.)

 

Aynı binada Marmara Kıraathanesi vardı. Geniş, ferah bir salon, sakin bir ortam, kahveden çok okuma salonu gibi bir yer. Lise sınıflarında ve sonrasında sıkça devam ederdim. Diyebilirim ki o zamanlar bir liraya satılan Varlık Yayınları’nın hemen tümünü orada okumuşumdur.

 

Çemberlitaş Sineması’ndan da bahsetmeliyim: Darüşşafaka Cemiyeti’nin malı olduğu için hafta sonları bizlere bedava idi. Ne var ki, küçük sınıflarda iken en öndeki sandalyelere oturtulduğumuzdan filmi, Beyazıt Kulesi’nin tepesine dibinden bakıyormuş gibi, başımızı ensemize yapıştırarak seyretmek zorunda kalırdık. Bu eziyete kısa bir süre için katlanırdık; filme ilk ara verildiğinde arka sıralarda boş bulduğumuz koltuklara yerleşirdik.

 

Bu sinema faslı galiba ’32 Kasım Tekmili Birden’e dönüşecek, iyisi mi burada kesip tadında bırakmak.

 

*****

 

İlk flört teknikleri dersleri…

 

 

Sınıf arkadaşlarımız ‘Sükse Nami’ ile ‘Kuru Naci’ye doğrusu biraz da hasetle karışık, imrenirdik. Vatka-tela ile şişirilmiş omuz ve göğüsler, kılıç gibi ütülü pantolonlar, cilalı ayakkabılar, birkaç metreden bile duyulan Rebul lavanta kokusu… Onlar evci çıkar, biz bakardık. Pazar akşamları okula dönüşlerinde anlattıklarını aval aval dinlerdik. Biri bırakır öbürü devam ederdi: “Kızı, Harbiye- Fatih tramvayında kestim, iki defa GÖZ GÖZE geldik. Parmakkapı durağında arkasına bakarak inince ben de atladım. O önde ben arkasında Taksim’e doğru yürüyoruz. Biraz sonra rampaladım, arkadaşlık teklifimi gülümseyerek kabul etti…” Allah Allah ne kadar kolaymış bu iş. Alt tarafı önce keseceksin, sonra göz göze gelip rampalayacaksın…

 

Tavlama tekniklerini ustalardan öğrendim ya; Fatih Parkı’ndan Vefa Stadı’na kadar Fevzipaşa Bulvarı’nda defalarca tur atıyorum, hatta ara sokaklarda bile fellik fellik dolaşıyorum ama hiçbir kızla göz göze gelemiyorum. Şansımı arttırayım diye yolu Edirnekapı surlarına kadar uzattığım oldurdu. Yine de her defasında gözlerim boş boş kalırdı.

 

Neyse ki haftalar sonra şansım yaver gitti, şaşkın bir kızla göz göze gelebildim. Ama içime bir kuşku da düşmedi değil, yoksa bu kız başka bir tarafa mı bakarken beni gördü? Neyse orasını karıştırmayalım, üç-beş adım sonra seri bir manevra ile geriye dönüp arkasından yürümeye başladım. Rampalamak şöyle dursun, yaklaşmak bile mümkün değil; karşıdan sürüyle insan geliyor, onlarla çarpışmamak için kenara çekiliyorum, kavisler çiziyorum, sanki mübarekler beni engellemek için yollara dökülmüşler. Aralarından sıyrılmaya çalışırken kız arayı epeyce açtı, göz menzilimden çıktı gitti.

 

Parkta bir banka oturup düşündüm, mantığım galip geldi: Oğlum Nusret! Hadi kızı tavladın diyelim, sokaklarda saatlerce yürünmez ya, bir yere gidip oturmak lazım. En yakın ve ucuz yer, Fatih tramvay durağının karşısındaki Asri Muhallebici. Önceden biliyorum, okuldan bekâr aylığı 25 kuruşu aldığımda bir-iki defa gitmişliğim var. Bir kâse tavuk suyuna şehriye çorbası, üzerinde birkaç kıymık tavuk eti bulunan, pilav ve tavukgöğsü, tam 25 kuruş. Kızı davet edebilmem için ya ben “midem rahatsız” diyerek hiçbir şey yemeyeceğim ya da başbelletmen Rıfkı Bey’den bir aylık daha avans almam gerekecek.

 

Bu ince hesaplar sonucunda ‘göz göze gelmek’ sevdasından bir süre vazgeçmek zorunda kaldım.

 

Yatılı okulda şakalar acımasız oluyor. Okula dönüşümde suskunluğumu gören arkadaşlarım;

 

– N’aaaber Boris, piyasa bugün kesattı galiba haa!

 

– Ulan sen artist misin ki, beş parasız kız tavlamaya kalkışıyorsun? diye dalga geçmelerine katlanmak da işin cabası.

 

Yoo, kararlıyım, biraz para biriktirip çulu da düzelttikten sonra şansımı Beyoğlu-Taksim taraflarında deneyeceğim. Artık ne denk gelirse, ister Rum kızı olsun ister Ermeni…

 

*****

 

İşret yılları…

 

Fatih Camii avlusundan İtfaiye’ye inen yolun sağında, Reşadiye Oteli, alt katında veya bitişiğinde ise kıraathane-meyhane karışımı bir mekân vardı. Daha lisedeyken Neyzen Tevfik ve adlarını bilemediğim müdavimlerini orada tanıdım. Pek genç yaşta ölen ağabeyimin maiyetinde, onun hoşgörülü sofrasında ‘rakı âdâbı’ konusunda stajyerlik dönemim başladı. (İşrete ilk adımları daha lise sıralarındayken atmış abimiz. Gerçi bizler de farklı yetişmedik ama burada fazla deşmeyelim o konuyu.)

 

Yükünü alanlar gittikten, kafalar az buçuk dumanlandıktan sonra meyhanenin kıdemlileri, uzunca bir masada toplanıp içkiye yavaş tempoda devam ederlerdi. Sesi ve söyleyişi düzgün birisi Nesimi’nin ‘Haydar Haydar’ına başlayınca diğerleri de ahengi bozmamaya çalışarak ‘oooff’ları uzata uzata eşlik ederlerdi. Beni içten saran o dizeler ezberimdedir:

 

Ben melanet hırkasını kendim giydim eynime

Ar-ü namus şişesini taşa çaldım, kime ne?

 

Sofular haram demişler bu aşkın şarabına

Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne?

 

Ooof, Haydar Haydar, günah benim kime ne…

 

Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi

Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni…

 

Nesimi’ye sormuşlar ki yarin ile hoş musun?

Hoş olayım, olmayayım o yar benim kime ne?

 

Ooof, Haydar Haydar o yar benim kime ne…

 

Ağabeyimden aldığım feyz ile ve arkadaşlarının yüreklendirmeleri sonucu, keyifli fakat ölçülü alışkanlığı kazandım. İşin dozunu kaçırıp sarhoş olduğumu pek hatırlamam. Bu kadar uzun yolda birkaç tökezlemem olmuştur tabii, işte onlardan biri:

 

Yıl 1952, şubat ayı… Ancak bir yıl devam edebileceğim İktisat Fakültesi öğrencisiyim, 30 lira burs alıyorum. (Bir arkadaşımın benden habersiz yazdırması üzerine.) Tıbbiye’de okuyan Darüşşafaka’dan arkadaşım Feridun’la birlikte, Talebe Birliği’nin düzenlediği Suriye-Lübnan gezisine katılacağız. İyi de cepte para yok. Gezi ücreti 120 lirayı denkleştirebilmek için bazen annemim rızasıyla bazen ondan habersiz, çamaşır kazanı, kocaman saksılar, iyice yıpranmış halı benzeri ‘yükte ağır, pahada hafif’ eşyayı evden parti parti taşıyıp satıyorum. İki vagona yerleşerek Halep’e kadar trenle gittik; kara yolundan da Hama-Humus-Şam ve Beyrut..

 

Beyrut, İzmir’e çok benziyor; Kordonboyu, palmiye ağaçları, gazino ve meyhaneler, limanda demirli gemiler… Gece-gündüz hareketli bir şehir. Arapça, Fransızca ve Türkçe konuşuluyor. Özellikle Türklerin bavul ticareti için rağbet ettikleri alış-veriş merkezi… Esnafın çoğu Ermeni. Türk olduğunuzu anlayınca nefretlerini açıkça belli ediyorlar.

 

Bir akşam hovardalığımız tuttu, sahilde Lido isimli bir gazinoya gittik. Feridun’da biraz para var ama ben ona yük olmamak için sattığım saksıların parasını yiyeceğim. Feridun’u iyi tanıyorum, ‘Çakar çakmaz, çakan çakmak’lardan. Okulda, o gün kavga edeceklerinin listesini cebinde taşıyan bir arkadaş..

 

Sahnede 30-40 kişilik bir saz heyeti, kulağa hoş gelen zengin enstrümanlı bir müzik. Ooh, ne güzel, keyfimiz gıcır diyeceğim ama Feridun’un mırıldanıp homurdandığını görünce tedirgin oldum. Masamıza bakan garsonlar Türkçe de biliyorlar, derken beklenen olay, ortalık karışıverdi. Fıstık mı bayattı, bira mı ılıktı… Feridun kavga için bahane bulmuştu. Bedence daha iri olduğumdan dayağın çoğunu ben yedim. Kargatulumba edilmiş durumda, döner bir kapı hatırlıyorum, her tarafım ezik-çürük, gazinonun önündeki kumsalda ayılabildim.

 

Yaz tatillerinde İstanbul’a geldiğimde, artık işret konusundaki stajyerlik dönemim çok gerilerde kalmıştı, olgunluk dönemine girmiştim. Nasıl olurmuş bu? Mezeyi azaltıp rakıyı çoğaltarak ve de sohbeti uzatarak. Bu yüzden, Nev’izade Sokağı’ndaki İmroz, Balıkpazarı Cumhuriyet, Krepen Pasajı, Feriköy’deki Despina, Pangaltı’da Aspen, Yedikule’deki Sefa Lokantası gibi oturmuş meyhanelerin havasını ve kokusunu hep sevmiş ve özlemişimdir… Evdeki fotoğraflara bakıyorum da hemen tümü, arkadaşlarla birlikte içki sofrasındayken çekilmiş. Çocuklarıma iyi örnek olamadım. Onlar da bu fotoğraflara baka baka içki sever oldular.

 

Ancak davetli oldukça gidebildiğim ‘boğaz’daki balık lokantalarından hep uzak durdum. Öyle aman aman bir şeyler yenmediği halde, üç-dört kişilik bir masada ödenen hesabın maaşınızdan da fazla tuttuğunu çaktırmadan yan gözle görürseniz nasıl ürkmezsiniz?

 

Yeri geldiği için anlatmalıyım: Bir konuda girdiği iddiayı kaybeden bir arkadaş (Darüşşafakalı değil) dört beş kişilik grubumuza sosyetenin ve parababalarının devam ettiği Yeşilköy’deki ‘Balıkçı Hasan’ın lokantasında ziyafet çekecek… Hemen o günlerde, bir arkadaşın yazlığı bulunan Bandırma Dalyanköy’e aynı ekiple gidildi. Ekip, felaket iştahlı ve sıkı içicilerden kurulu. Bahçedeki sofraya oturduğumuzda öğle olmuştu. O bölgenin meşhur bakalaryos balığından tepsi tepsi yenildi. Masaya ne getirilse silinip süpürülüyor, rakılar lıkır lıkır içiliyor. Sigara börekleri, kızartmalar, sıcaklar, soğuklar da yetmedi. Sıra; bahçedeki turp, tere, salatalıklara geldi. Bize ziyafet borçlu arkadaş karşımda oturuyor. Manzaraya baktıkça iştahı kaçıyor, rengi değişiyor, gülüşü zoraki. Dudakları kıpırdıyor ama ağzından ses çıkmıyor. Ortada yenilecek içilecek bir şey kalmayınca nihayet konuşabildi: “Abiler be, kusuruma bakmayın, Balıkçı Hasan’daki ziyafetten no’lursunuz beni bağışlayın, onun yerine size Beymen’den birer takım elbise alayım!”

 

Bu espriden sonra ziyafetten de takım elbiselerden de vazgeçildi tabii.

 

*****

 

           

Rakı adabı konusunda tavsiyeler…

 

Eh, bunca deneyimden sonra rakı âdâbı konusunda, yola çıkanlara ya da yoldan çıkmak üzere olanlara tavsiyelerde bulunmalıyım: Rakı sofrasına çenesi düşüklerle, iki kadehten sonra yerli yersiz müstehcen fıkra anlatanlarla, yerken ağız şapırdatan, konuşurken tükürük saçanlarla oturmayacaksınız.

 

Tabağındakileri bitirdikten sonra sizinkinden otlananlardan da uzak duracaksınız. Ne hesap geleceğini aşağı yukarı tahmin edebileceğiniz meyhanelere gideceksiniz. Bu gibi yerlerde tanışıklık iyidir. Hem hesaplı hesap gelir, üstelik kapıdan çıkarken elinize kolonya dökülür, iki diş karanfil de ikram edilir.

 

Sandalyeden arkaya devrilmemek, tuvaletten çıkınca oturduğunuz masayı zikzak çizmeden kolayca bulabilmek için lıkır lıkır değil, ‘makul yudumlarla’ içmelisiniz. (Nusret Ağabey gazetelerde yayımlanan yemek tariflerinden nefret eder. Özellikle bu tariflerdeki ölçü birimi olarak kullanılan ‘makul’ sözcüğüne takmıştır. Sofrada, biten rakı kadehini uzatırken “Makul miktarda lütfen” demesi bizlere de örnek olmuştur. Artık ben de biten kadehimi dolduranlara, “Makul miktarda lütfen” diyorum.)                           

 

Şayet davetliyseniz içinizden; “Ulan ben bunları cepten asla yiyemem” deyip listeden en pahalı olanları sipariş etmeyeceksiniz. Böyle akıllı davranırsanız bundan sonraki davetlerde de yeriniz olur. Bindiğiniz dalı kesmeyin.

 

Yükünüzü aldıktan sonra ayağa kaktığınızda, yerçekimine göre tam dik durabiliyorsanız, bir tek ‘yolluk’ atabilirsiniz.

 

İyi de “Ben bu kıvama ne zaman gelebilirim” diye soruyorsanız, bu mertebeye erişmek yıllarınıza ve bir hayli paranıza mal olacaktır. Siz en iyisi, bunca masrafı göze alacağınıza, şimdiden bir konut kooperatifine üye olun.

 

Anlatırken epey yorulduk. ‘Haydi Abbas vakti tamam/ Akşam diyordun, oldu işte akşam/Kur bakalım çilingir soframızı’ deyip iki tek atmanın zamanıdır.

 

*****

  

Darüşşafaka’daki müdürlük yılları

 

(Birinci Bölüm)

 

1976 yılı eylül ayı… Mezuniyetim üzerinden tam 25 yıl geçmiş. Bir otaokulda öğretmenim; yeni öğretim yılı başlamak üzere. Anarşinin ülkeyi sardığı, liselere bile yayıldığı çalkantılı bir dönem… Okuldaki olayları, Darüşşafakalı bir ağabey olarak yatıştırabileceğimi düşünen Cemiyetimiz beni yöneticilik görevine çağırdı, kabul etmemek mümkün mü?

 

Meslek sicilim ‘flu’ olduğundan 5 yıl süreli maaşsız izinli atanmam bakanlıkça kerhen yapıldı. Çünkü, 1961 Anayasa referandumunda kaymakamla birlikte Ereğli’nin bütün köylerini dolaşarak devrik yönetimle ilgili nutuklar çektiğimden adım ilçede ‘solcu’ya çıkmıştı. Sonraları, Demirel kabinelerinde İçişleri ve Sağlık Bakanlığı yapmış olan, ‘Solcuların nefesini dinleyen’ Ereğlili Dr. Faruk Sükan’ın etkisiyle sicilime, solculuktan da öte renkli bir kayıt düşüldüğünü, denizci ağabeyimin MİT’te görevli arkadaşından öğrenmiştim.

 

15 eylülde okulumda müdür başyardımcısı olarak göreve başladım, beni nelerin beklediğinden habersiz olarak.

 

Kısa bir süre geçince gördüm ve anladım ki, başta müdür olmak üzere idareciler ve öğretmenlerin çoğu, çeşitli bahane fırsatlarıyla hemen her gün düzenlenen forum, boykot ve yürüyüşler yüzünden iyice bunalmış, yılmışlar. Tuzu kuru olanlar dışında liselerin önemli bir kısmında birlikler, gruplar, cepheler, fraksiyonlar… iyice palazlanmış.

 

İlkokul öğrencilerinin bile, başlarında öğretmenleri, Çarşamba Caddesi’nde sloganlar atarak yürüdüklerini gayet iyi hatırlıyorum. Minicik çocukları bile kullanan bu vicdansızlara nefret duymuşumdur.

 

Darüşşafaka, kuruluşundan beri sürdürdüğü sosyal yapısı nedeniyle bu kargaşa ortamından nasibini fazlasıyla almıştı. İki aya kalmadan müdür istifa etti; göreve ben getirildim. Hemen hepsi çok değerli saygı duyduğum öğretmenlerin önemli bir kısmı da kanaat dönemi sonunda ayrıldılar. Sözleşmelerinde yer alan tazminat gücüne başvurmadım, hiçbirine gücenmedim.

 

Yatılı düzen, okulu çepeçevre kuşatmış irili ufaklı gruplar için verimli bir ortam oluşturuyordu. Bir yandan öğrencilerimiz üzerindeki sistemli, yoğun etkileri, diğer yandan ancak zorunlu hallerde ayrılabildiğim tek odalı lojmanıma geceleri dışarıdan ateş etmeler, ailemi de içine alan küfür ve tehdit mektupları, telefonları… Nasıl dayanabilmişim ki!

 

Öğrenci kardeşlerimi sağduyuya davet yolundaki tüm gayretlerim yetersiz kalıyordu. Ne var ki yetersiz kalan sadece ben değildim. Gençler birbirini acımasızca kırarken bir tarafa açık ya da gizli destek veren ‘Hacıyatmaz’ın da “İş devleti aşmıştır” diye çaresizlik-beceriksizlik ifade ettiğini o günleri yaşayanlar hatırlamalıdırlar. Ama ne yazık ki; her defteri dürüldüğünde ‘Matruşkalar’ gibi yeniden ortaya çıkanları bu toplum kolayca unutuveriyor.

 

O kargaşa ortamında bile öğrencilerimiz, üniversite sınavlarında, İngilizce kompozisyon, tiyatro, satranç, halkoyunları yarışmalarında ilk derecelere girmişler, TÜBİTAK’tan başarı ve teşvik ödülleri alabilmişlerdir. Bu yüz ağartıcı başarılar insanı mutlu kılmaz, yorgunluğunu almaz mı? Beni gece-gündüz uğraştıranları, öğretimi olur olmaz bahanelerle aksatanları dahil hepsini ama hepsini sevgiyle anıyorum. Çünkü onlar benim sadece öğrencilerim değil, aynı zamanda kardeşlerimdi.

 

Okuldaki birinci perde ‘mutlu son’la kapanmadı; üç yıl izinli olduğum halde ikinci yılın sonunda -İstanbul Milli Eğitim Müdürü Ruhi Kanak’la şiddetli çatışma yüzünden- izinsiz çalıştığım (!) gerekçesiyle görevime son verildi. İşte o zaman babamı hatırladım daha yüzbaşı rütbesindeyken emekliye sevk edilen.

 

İdarenin böylesine haksız, yasaya aykırı tasarrufu, hiçbir yan geliri, malı mülkü olmayan benim için çok ağır bir ceza idi. Danıştay’da yürütmenin durdurulması ve iptal davası açtım. Cemiyet Yönetim Kurulu Üyesi rahmetli (faili meçhul bir cinayete kurban gitti), Prof. Dr. Ümit Doğanay ile Hukuk Başmüşaviri Sayın Prof. Yavuz Alangoya’nın destek ve yardımlarını asla unutamam. Açıkta kaldığım sürede bana Cemiyet merkezinde görev veren başkanımız Sayın Hayri Öndeş’i de daima saygı ve şükranla anarım.

 

Dava ancak on dört ay sonra lehime sonuçlandı. İzinli ayrıldığım ortaokula böylelikle dönebildim, uğradığım derece ve kademe kaybını sevgili idareme hediye ettim.

 

Haksızlığa ve bozuk düzene nefret duygularımın ağırlığı altında öğretmenliğe devam edemeyeceğimi anladım, birkaç hafta çalıştıktan sonra emekliye ayrıldım.

 

                                       

 

İkinci Nusret Altınkaya dönemi

 

15 Ocak 1997… Darüşşafaka’dan sevgili sınıf arkadaşım Hayati Baysan telefon etti, Maslak’taki kampusa uğrayacağız, sonra da Rumelihisarı’nda ünlü bir balık lokantasında diğer arkadaşlarla buluşacağız. Oh ne güzel. İçkili-yemekli, sohbeti bol toplantılara oldum olası bayılırım, itfaiyeden önce yetişirim!

 

Kampusa niçin uğradığımız anlaşıldı. Cemiyet Yönetim Kurulu tam kadro toplantı halindeymiş. Birkaç gün önce, adeta bir geceyarısı operasyonuyla müdür, başyardımcı, yardımcılardan ve bölüm başkanı ile öğretmenlerden bir kısmının işlerine son verilmiş.

 

Sezgilerim beni yanıltmadı, toplantıya çağırıp tebliğ ettiler: Müdürsün! Öğretmenlikte ve idarecilikte üstün bir özelliğim olmadığı halde, niye böyle dağdağalı durumlarda göreve çağırılıyorum, kibirleneyim mi, gururlanayım mı?

 

Her şey önceden planlanmış. Ayrı bir salonda toplanmış idareci ve öğretmenlerle kısa bir tanışma faslından sonra, 10-15 dakika içinde kampus yönetimini devralıyorum. 19 yıl aradan sonra okulumda ikinci müdürlüğüm böyle başladı işte. Görevim 65 yaşımı dolduracağım temmuz sonuna kadar, sadece altı ay sürecekti. Tayinim, sicilimdeki meşhur kayıt yüzünden, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ağabeyimiz Necdet Seçkinöz’ün devreye girmesiyle yapılabildi. Kendisini saygı ve rahmetle anıyorum.

 

Öğrenciler beni bu sefer Darüşşafakalı bir ağabey olarak karşıladılar. Belki de dedelerini hatırlatıyordum onlara. Bakışlarından, davranışlarından öyle anlaşılıyordu. Birkaç değişiklikten sonra kadroyu düzene koymak fazla zamanımı almadı. Öğretim yılını huzurlu, verimli bir ortamda tamamladık. Okulun, Çarşamba’nın kasvetli, bağnaz çevresinden kurtarılıp kampusa taşınması, tarihçesinde övünülecek bir gelişme olarak yerini alacaktır.

 

Fen laboratuvarları, kitaplıklar, bilgisayar odaları, yabancı dil derslikleri, sayıları kırka varan kulüp-kol odalarıyla mükemmel bir donatım… Yatılı öğretimin tüm gereksinimlerini karşılayabilecek bir yapı; ev odaları gibi yatma birimleri, üzerinde zıplanacak yaylı yataklar, ısıyı muhafaza eden kaplarda çeşit çeşit yemekler, ikindi kahvaltıları ve küçükler için kurabiyeli gece sütleri, yemekhane ve sınıflarda her yöne kayabilen sandalyeler, el uzatılınca akan musluklar, yaklaştıkça kendiliğinden yanan lambalar tepeden sıcak-serin hava üfüren aygıtlar… Hangi zengin evinde veya okullarında var böyle konfor?

 

Fakat hiçbir şeyin esirgenmediği, maddi olanakların cömertçe kullanıldığı kampusta ciddi bir eksiklik vardı; daha doğrusu inşaat süresinde farkına varılamayan mimari yerleşim kusuru. Yaşamlarının sekiz yılını geçirecekleri yatılı bir okulda, özellikle küçük öğrencilerin atlayıp zıplayacakları, koşup oynayacakları yeterince açık alan bırakılmamış. Dürüstçe belirtmem gerek: Lojmanlara ve spor salonuna giden parke döşeli yollar ve tören alanı dışında birbirine alt-üst geçitlerle bağlanmış köşeli, dışbükey, kulemsi, geometrik şekilli bloklar arasında sıkışıp kalmış, ancak yukarıdan bakıldığında görülebilen helikopter pisti kadar bir alan var. Yedi yüz öğrenciyi orada toplayalım derseniz, aralarına girip sayamazsınız bile…

 

Eski okul ile kampusu fiziki olanaklar ile içinde bulundukları siyasi-sosyal ortamı karşılaştıran bir değerlendirme yapabilecek durumdayım. Öğrencilerimizin 1970’li yıllardaki parlak başarılarından söz etmiştim, tekrarına gerek yok. Bütün olanakların fazlasıyla sağlandığı bir okulda öğrencilerden ne beklenir? Ancak on binde bir öğrenciye nasip olacak böyle bir ortamdan olabildiğince yararlanıp başarılı olmaları, değil mi? Ne yazık ki öyle olmamıştır. İnciser Akpınar’ın 10 yıl süren müdürlük döneminde, üniversite sınavlarında öğrencilerimizin başarı ortalaması yüzde elliyi bulamamıştır.

 

Cemiyetin 1977 yılı çalışma raporunda, ayrıca eğitim komisyonu raporlarında bu istatistikler vardır. Ne Cemiyet, ne okul ne de öğrenciler bu sonuçlara gerekçeler uydurup kendini savunabilir.

 

Son olarak diyeceğim şudur: Onlarca trilyonun bir bakıma verimsizliğe harcandığı bu durumda çözüm yollarını araştırmak, genel kurul üyesi olan Darüşşafakalıların görevidir. Doğru yolu, araştırmalarla, fikir ve önerileri değerlendirerek bulmamız gerekiyor. Genel kurullarda önyargılardan sıyrılıp özellikle kişisel ilişkilerin maddi- manevi kısıtlamalarından kendimizi kurtarabilirsek işimiz kolaylaşır.

 

Darüşşafakamız için aydınlık bir gelecek dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor artık.

 

*****

 

           

Bu kubbede baki kalan…

 

Darüşşafaka’da okuduğum yıllarda Fatih’ten Karagümrük’e kadar devam eden Fevzipaşa Caddesi’nde sağlı-sollu dükkânların sayısı on-on beşi geçmezdi. Asri Muhallebici, Malta’da Ulupınar Eczanesi, biraz ileride kasap, karşısında Şen Bakkal, yukarılara doğru Karagümrük’te şekerci, tuhafiyeci, camcı, kömürcü… Başkaları var mıydı hatırlamıyorum.

 

Talat ağabeyimi ziyaret için arada sırada yolum Fatih’e düşüyor. Aman yarabbi! Sağlı-sollu, sırt sırta, yan yana mağaza, dükkân, büfe dolmuş. Fatih Külliyesi’nin altında bile bir sıra işyeri… O caddedeki evlere nereden giriliyor, göremedim. Eskiden ticareti sadece Yahudiler yaparmış, Müslümanlar o işlere tenezzül etmezlermiş diye aklımda kalmış. Giyim mağazalarının adlarına bakıyorum, Tekbir, Tesettür, Kısmet, Nasip… gibi dini çağrışımlardan dikkatle seçilmiş. Buralardan alışverişin sevabı oluyor galiba. İki taraflı kazanç söz konusu; alan sevap kazanıyor, satan da para… Sinsi mekanizma tıkır işliyor.

 

Binası Ziraat Bankası’na satılmış olan okul kampusa taşınmıştı. İçinde dokuz yılımın geçtiği okulumun terk edilmiş halini bir göreyim dedim. Böyle durumlara, ‘Nostaljik takılma’ denirmiş, ayıp bir şey değil herhalde! Entel takılma ise farklı olurmuş; nostalji ne kadar masrafsız ise bu, pahalıya patlarmış. Önce ambalajın düzgün olacak, parlak kumaşlardan giyineceksin, bir fular ve pipo edineceksin. Tuhaf isimli ‘mekânlarda’ havuç ve hıyarla kaliteli içkiler yudumlayacaksın. Haa bir de kapıdaki görevliye vereceğin lüks arabanın anahtarı olacak… Ben niye bu zamana kadar entel takılamadım diye zaman zaman kendimde bir eksiklik hissedip üzülüyorum doğrusu!

 

Ne anlatacaktım, lafı nerelere getirdim? Kendimi tanıtıp, okulu dolaşmak için bekçiden izin aldım.

 

Eski binamıza adımımı atarken, zaman tüneline girmişim gibi, yıllar öncesine dönüyorum. Burası bahçesiyle, çevresiyle benim evim, sokağım, mahallemdi. Her köşesinde acı-tatlı anılarım saklıdır. Yaz tatillerini ve ‘izinsiz’ kaldığım hafta sonlarını da katarsak, ikamet süresi en uzun olanlardanım.

 

Loş, rutubet kokan koridorun bir ucundan ürkek, kaçamak baktığımda, taa öbür uçta, sanki bana yüzlerce metre uzaktaymış gibi gelen sınıflardan, siluetleri zayıf ampuller altında büsbütün irileşmiş ağabeylerin çıktıklarını görüyorum. Değil önlerinden geçmek, yanlarına yaklaşmaya bile çekinirdik. Yatılı düzenin değişmez, katı kuralı öyleydi.

 

Yatağımı doğru dürüst düzeltemediğimden, sofradan erken kalktığımdan, etütte sıralar arasında dolaştığımdan cezalı olarak sıkça izinsiz kaldığım öğle tatillerinde saat başı çalan yoklama zilleri, yapayalnız bilye ve topaç oynarken duyduğum o çocuksu mutluluğumu nasıl da birden söndürüverirdi. Bir keresinde oyuna dalmışken yoklama zilinin çaldığını duymamışım. Bu yüzden Başbelletmen Rıfkı Bey ‘Teke’den yediğim kamçı gibi tokatın sızısını yanağımda ve yüreğimde hâlâ duyarım.

 

Şefkat yuvasında on yaşında bir yetimin yediği ilk tokat… Ah babacığım niye erkenden gidiverdin?

 

İlk gördüğümde bana futbol sahası kadar büyük görünen mermer sütunlu Divanhane’de, haricilerimizi giymiş, küçücük kurşun askerler gibi saf saf dizili okul marşını söylerdik. Şimdi buraya eski, kırık-dökük eşya yığılmış.

 

Yemekhane ve yatakhaneler… Okulun hiç sektirmeden yararlandığımız en keyifli mekânları ‘Gündüz insan-gece kurt’ların bile tekinsiz bulacağı yerler haline nasıl gelebilmiş! Buraları dolaşırken sabahtan pişirilmiş pilakinin ılık kokusunu, ilk gecelerde yorgan altında boğulan küçük hıçkırıklarımı duyar gibiyim. Sütlaç, pirzola destekli bir istirahat için olmadık bahanelerle yatmak istediğimiz revir şurasıydı, şimdi yok.

 

Yüzlerce anı, görüntü, bütünüyle maziye gömülüp gitmiş. Güler yüzlü, güzel endamlı ablamız acaba yaşıyor mu?

 

Üçüncü katta, Haliç’e bakan sinema salonu galiba ufak bir yangın geçirmiş. Bu haliyle korku filmleri için masrafsız bir dekor! Tavandan sarkan kablo ve yanık tahta parçaları, uğuldayan kırık camlı pencereler, camgöz kedilerden arta kalmış güvercin tüyleri, köşelerde çanak anten büyüklüğünde örümcek ağları…

 

Son sınıf ‘veda müsameresi’ provalarını bu sahnede mi yapmıştık biz? Mehtabın vurduğu Haliç’e karşı ucuz şarap içtiğimiz kulis burası mıydı? Hüzzam mı, nihavend mi hangi şarkılardı Vecihi’nin kemanı eşliğinde söylediğimiz:

 

Vardım ki yurdundan ayağı göçürmüş

     Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı

     Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş

     Sakiler meclisten çekmiş ayağı…

 

Vah vah, hüzün ne hüzün…

 

Kendimi, savaş veya deprem sonrası enkaz arasında kaybettiklerini arayan kişiler gibi hissediyorum.

 

Artık bundan sonra yuvamız, kaç kuşak öncesi aile büyükleri gibi belgelerde, fotoğraflarda ve anılarımızda yaşayacak.

 

*****

 

 

(Nusret Altınkaya Ağabey ile ilk kez Darüşşafakalılar Derneği’nde tanıştım. Maalesef okulda onun öğrencisi olma fırsatını elimden aldıkları için tanışmamız biraz geç oldu. Ama daha ilk tanıştığımız gün, ağabey-kardeş ilişkisinin de ötesinde aramızda çok sağlam bir dostluk doğdu. Nusret Ağabey’in yanındayken kendimi hep bir sınıf arkadaşımla birlikteymişim gibi hissederim.

 

            Nusret Ağabey’in çok ilginç bir karakteri vardır. Haksızlıklar karşısında suskun kalması mümkün değildir. Bir sene, Cemiyet Başkanı Çetin Berkmen’e karşı tek başına bayrak açmış ve genel kurulda çok az bir fakla başkanlığı kaybetmiştir. O dönemde, Çetin Berkmen’e tek başına kafa tutmak her babayiğidin harcı değildi. Nitekim başkanlığı da oy sayım memurlarının cinliği sayesinde kaybetmiştir.

 

            Sert mizaçlıdır. En azından dış görünüşü öyledir. Ama altın gibi bir kalbi vardır. Onun için insan sevgisi her şeyin üstündedir. Rakı içmeyi bu kadar sevmesine rağmen o denli ölçülü içer ki, onu sarhoş görmek herhalde kimseye nasip olmamıştır. Yönetim kurulu toplantılarından sonra kurulan içki sofrasında bizlere adeta içki âdâbını öğretmiştir. -Bu satırları yazarken fark ettim, onunla kadeh tokuşturmayalı çok zaman olmuş.-

 

            Yukarıda okuduğunuz anılar Nusret Ağabey’in ‘Bir Varmış, Bir Yokmuş’ adlı anı kitabından alınmıştır. Sağ olsun, o kitapta dile getirdiği anılarının bu kitapta da yayımlanmasına izin verdi. Hem de bedel olarak sadece bir kadeh rakıya. Borcumu en kısa zamanda ödemeliyim Nusret Abime.

 

            Canım ağabeyime, yerine getiremediğim bir başka sözüm daha var; En büyük hayali olan Galapagos Adaları’na bir gün beraber gideceğiz. )

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here