BURHAN AĞIRYÜRÜYEN

0
176

 

BURHAN AĞIRYÜRÜYEN

1942 – 1949

294 KAFELİ / STANLEY

             İstanbulluyum, Acıbadem’de oturuyorduk. Babamı altı-yedi yaşlarımdayken kaybettim. Ağabeyim, ablam ve kız kardeşim vardı. Babam ölünce ben annemle büyümedim, halamla eniştemin yanında büyüdüm. Okula onların yanında başladım.

Bir aile dostumuz vardı: Hüseyin Bey. Aynı zamanda velimdi, Darüşşafaka’ya girmeme de o önayak oldu. İlkokulu bitirdikten sonra Darüşşafaka’nın imtihanına girdim fakat orasının yetimler okulu olduğunun farkında değildim. İmtihandan sonra kazananların listesi asıldı; iyi hatırlıyorum; listede kendimi altlarda arıyordum, meğerse üst taraflardaymışım onuncu sıralarda falan adımı görünce hayli sevinmiştim.

Altıncı sınıftan Darüşşafaka’ya kaydoldum. Bizim girdiğimiz zaman ilkokul bölümü kaldırılmıştı. İki sınıf vardı: 6A ve 6B. 6A’yı ilkokuldan gelenler teşkil ediyordu, biz 6B sınıfındaydık.

*****

 Yemekhanede ilk dayak…

             Darüşşafaka’nın ilk günlerinde bazı arkadaşlar sıkıntı çektiler doğrusu ben sıkıntı çekmedim. İlk hafta okulda kaldık, ondan sonra doğruca eve geldik. Yani alışamam gibi sıkıntılar çekmedim. Bazı arkadaşlara dikkat ediyorum hayli sıkılmışlar. Şimdi anlatıyorlar da yok evini özlemiş, yok bir şeyler olmuş falan… Ben hiç öyle şeyler hissetmedim. Yani evimde de rahattım, orada da rahattım. Yadırgamadım.

Arkadaşlarla çabuk kaynaştık, hemen iyi arkadaşlıklar oluşturduk. Altıncı sınıfta birlikte başladığımız arkadaşlardan bir kısmı sınıfta kalıp ayrıldılar, bir kısmımız da yedinci sınıfa devam ettik.

 

Darüşşafaka’daki ilk günümü de çok iyi hatırlıyorum; yemekhane binanın alt katının kuzey tarafına bakıyordu. Sınıflar üçüncü katta idi. Öğle yemeğiydi. Yemekhanenin kapısı açıktı, koşa koşa gittik, hurra… girdik içeri. Salonda uzun boylu bir adam vardı, bir tokat salladı birine arkadaş yere kapaklandı, bir arkadaşa da teğet geçti. Rıfkı Bey imiş. Hemen bizi dışarı kovaladı, hepimizi sıraya koydu, sıralı bir şekilde tekrar yemekhaneye girdik, masalarımıza oturduk. Yani Rıfkı Bey ile ilk karşılaşmamız böyle oldu.

 

Rıfkı Bey’in konuşması anlaşılmazdı, ne dediğini hiç anlayamazdık; bu yüzden ne dediğini anlamayanın da bazen tokat yediği olurdu. Rıfkı Bey çocuğa bir şey söylerdi, o tersini yapardı gibi. Fakat Rıfkı Bey saygı duyduğumuz bir belletmendi. Ama sonradan anladım ki pek öyle eğitimci bir tip de değilmiş.

 

Gençlerden de vardı böyle, çocukların canını yakmayı seven tipler. Darüşşafaka’dan mezun olmuş abiler mütalaalarda belletmenlik yaparlardı. Mesela Fikret Abi bize matematik etüdüne gelirdi; kısa boylu, tıknazca biriydi. Fen fakültesini yeni bitirmişti bayağı sert bir abimizdi.

 

İzinsiz kalma vardı, çok şükür dersten hiç izinsiz kalmadım. Sekizinci sınıfta mı ne, öyle bir kere izinsiz kalmıştım. Sınıf mümessiliydim. Bir gün, şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım biz mütalaadayken dikiz penceresinden bakıp beni idareye ihbar etmiş konuşuyorum diye. Halbuki sınıf mümessiliydim ve sınıfı susturmaya çalışıyordum. Şikâyet üzerine incelenmeden, neyin nesi diye öğrenilmeden bir de baktım ki hiç yoktan izinsiz kalmışım.

 

Darüşşafaka’ya ilk girdiğimde müdürümüz Hasan Fehmi Bey’di, sonra çok yakışıklı bir general geldi. Paşaydı, bir sene kadar müdürlük yaptı, sonra da Mahir Bey, Reşat Alasya, Vehbi Batur müdür oldular. Vehbi Batur tarihçiydi. Ben mezun olduğum zaman halen Vehbi Bey müdürlüğe devam ediyordu.

 

*****

 

 

 

“Aman satranç da neymiş”

 

O zamanlarda Halkevleri çok ünlüydü ve büyük mandolin orkestrası vardı. Bu orkestradan Necati Abi beni yetiştirdi, ben de okulun müzik odasında dokuzuncu ve onuncu sınıflardayken talebelere mandolin kursu verirdim.

 

Tahir Sevenay, Darüşşafaka’dayken müzik hocamızdı. Eğitim Enstitü’sünde de Ekrem Zeki Ün ile beraber dersimize girdi. Ben müziğe meraklı olmama rağmen Tahir Sevenay yedinci sınıftayken bana bayağı düşük not vermişti, müziğim zayıftı yani. Hiçbir dersten zayıfım olmamıştı ama müzikten Tahir Hoca’dan zayıf almıştım. Fakat Reşat Heparı Bey ile aram iyiydi, onunla beraber okulda müzik yayını yapardık. Reşat Heparı gözlüklü, zayıfça biriydi; iyi bir insandı. Müziğe ilgim iyi olduğu için beni görevlendirmişti. Teneffüslerde, öğle aralarında falan çalınacak müziğin plaklarını ben seçerdim.

 

Sonra fotoğrafçı Fevzi Abi vardı, okula müracaat etmiş, “Ben fotoğrafçılık öğreteceğim” diye, isteyen gitti. Ben de gittim, bize kendi yerinde fotoğrafçılığı öğretti. Fotoğrafı çeker, banyosunu, baskısını yapardım.

 

Satranç öğrendim. Halbuki okulda satranç oynamak yasaktı. Rıfkı Bey filan pek yüz vermezdi, “Aman satranç da neymiş” demesine rağmen biz yine de gizli gizli oynardık. Son sınıftayken satranç taşlarımızı kendimiz yapmıştık. Şimdiki gibi değildi ki, şimdi bakıyorum turnuvalara giriyorlar, destekleniyorlar.

 

Ayrıca başka meşguliyetlerim de olurdu, Mehmet Sarıoğlu arkadaşımla beraber fizikle meşgul olurduk. Birçok fizik aletleri yapmıştım. Mesela telgraf, elektrik motoru (dinamo), zil, o zamanlar İstanbul Radyosu yayına başlamıştı, kulaklıklı radyo yapmıştım, böyle şeylerle meşgul olurdum.

 

*****

 

 

Topluca isyan çıkardık…

 

Bütün derslerim iyiydi, Fransızcam kuvvetliydi; hep dokuz- on alırdım fakat onuncu sınıfta matematikten sınıfta kaldım.

 

Matematiğe Ömer Beygo geliyordu. Hiç yoktan hak etmediğim bir şekilde dörtle sınıfta kaldım. Benim bir seneme mal olduğu gibi Darüşşafaka’ya da mal oldu. Cebir, geometriden o sene ikmale kalmıştım. İkmalde geometriden sekiz aldım, cebirden dört verdiler, bıraktılar. O dört almam da şöyle oldu: İkmalde rahmetli Akdoğan’la çalışırken yüz tane soru vardı; bu sorulardan doksan dokuzunu tıkır tıkır biliyorum, bir tane soru kaldı onu da boş ver dedim. Nasıl olsa üç soru soracaklar, o soru gelirse diğer ikisini yapacağım, o soru kalır diye kendimce hesapladım. Tesadüf bu ya, o dönem iki soru sormaya başladılar, iki sorudan biri de hem de ağırlıklı notla benim bilmediğim soruydu. İmtihana girdim, “Bitti çık” dediler, ben de herhalde beş verecekler diye düşündüm hiç ses falan çıkarmadan imtihandan çıktım. Ama dört verip bırakmışlar, tabii sınıfta kaldım.

 

Sınıfta kaldım ya, o sene bir sınıf isyanı yaptık. Sınıfa uyduk, topluca isyan çıkardık, derse girmedik. Türkçe hocamızı istemiyorduk, çünkü dersi son derece güçleştiriyordu. Aslında şimdi benim edebiyat bilgilerimin çoğunu ona borçlu olduğumu biliyorum. Yani bu bilgileri ondan öğrendiğimi anlıyorum. Aruz veznini falan çok severim. Ama topluma uyduk işte.

 

Ben ceza almadım. Üç kişi ceza aldı. Okuldan atılmadılar, Bursa Lisesi’ne yollandılar. Biri Hayati’ydi, biri Emrullah Zeybek, biri de Faik. Faik zavallı bir arkadaştı hiç böyle şeylerle alakası olacak bir tip değildi. Emrullah da öyle. Hayati’den umulur ama güya o da değilmiş ya! Yani topluca sınıfa girmedik “Bu hocayı istemiyoruz” diye. Sınıfımız otuz-kırk kişi kadardı. Yine de o arkadaşlar elebaşı falan değildi, elebaşı hiçbir zaman ortaya çıkmadı, kendiliğinden olan bir olaydı. Okul onları elebaşı seçti. Hoca da okuldan ayrıldı, galiba İbrahim Kutlu’ydu.

 

*****

 

İz bırakan hocalar…

 

Nimet Hoca tarihe girerdi, çok iyi bir adamdı. Onun dersinde bir kere kopya çektim. Çekmedim de kopyaya teşebbüs ettim. Aslında tarih dersim de gayet iyiydi. Nimet Hoca bir gün imtihan yapacaktı, genelde pek çok kişi onun dersinde kopya çekerdi.

 

Ben de o imtihan öncesi son konuyu hiç çalışmamıştım. Eyvah! Sorarsa diye de korkuyorum, baktım herkes kopya çekiyor, amfiydi bizim sınıf. Ben de kitabı açtım, koydum dizlerimin üstüne. İmtihan başladı, sorular geldi, baktım sorularda son konu yok. Başladım harıl harıl yazmaya, fakat dizlerimin üstündeki kitabı alıp da göze koymaya cesaretim yok, kitap dizlerimde öylece duruyor. Kitap dizimde kaldı mı? Nimet Bey dolaşırken görmüş kitabı, yanıma geldi “Onu al, göze koy” dedi, koydum. Yazdığım yere kadar da kâğıdımı kırmızı kalemle çizdi, “Devam et” dedi ve ben kaldığım yerden devam ettim.

 

Nimet Hoca benim o imtihanıma beş verdi. Nimet Hoca’yı çok severdik, çok hoşgörülü bir insandı. Öyle ki, hoca sınıfa girdiği zaman patırtı gürültü olur ya, Nimet Hoca derse gelir, bööle sessizce dururdu, biz kendi kendimize mahcup olur susardık da ancak o zaman derse başlardı.

 

Bizim Erol vardı, kavukçu derdik ona. Bedros (Bedri Eldeniz) Hoca sınıfa girdiği zaman Erol hemen gider çantasını alırdı. Hocaya kolonya verilir, sandalyesine minder falan konurdu. Bedros’a bunları yapmamak gibi bir şansımız yoktu, bu davranışlar her sene bir sonraki seneye devrettiği için o hoca kime girecekse hemen nasıl davranılacağı öncekilerden öğrenilirdi.

 

Rahmetli ‘115 Süleyman’ bir gün mütalaada Pecos Bill okuyormuş, Bedros onu görmüş. Nasıl görmüşse! “Bu eşşek benim akrabam olur. Bunun abisi vardı, denizde boğuldu, keşke bu lağımda boğulsa” diye Süleyman’a çıkışmıştı.

 

Matematikçimiz Talha Kemal de Arnavuttu. Pala bıyıklı, uzun boylu tip hocalardan biriydi. Edebiyatı sevmezdi, bize güya matematiği methederdi. “Ardında pırasa. Uçuyor yarasa. Al sana edebiyat” derdi.

 

Tatar Yakup fizikçiydi. O da bir âlemdi, dişlerini sıkarak konuşurdu. (Burhan Ağabey dişlerini sıkarak, suratı da gayet garipleşmiş bir halde aynen Tatar Yakup’un konuşmasının taklidini yapmaya başladı. Ama öylesine gergin bir yüz ifadesiyle ve birbirine kenetlenmiş dişlerin ardından çıkan seslerle ne söylediğini anlamak mümkün olmuyor.) İmtihan yapmıştı ama kâğıtları okur muydu, okumaz mıydı bilemiyoruz, ben kaldıraç filan yazmıştım. Tatar Yakup bize kızardı “Kimi el arabasi yazmiiişş, kimi top arabasii yazmiiişş..” Böyle konuşurdu.

 

Evci izninden dönerken pazar günleri bazen evden erken çıkardım. Sultanahmet’teki Alemdar Sineması’nda istediğim film varsa onu izlemeye giderdim. Çemberlitaş’a Türk filmleri gelirdi, bir de Lorel Harddy filmlerini kaçırmazdım.

 

*****

 

 

 

Kız arkadaşlarım vardı…

 

Acıbadem’de arkadaşlık ortamı rahattı, kızlarla beraber voleybol oynar, onlar bize gelir, ben onlara giderdim. Bu yüzden lise yaşlarımdayken başka anlamda kız arkadaş ihtiyacım da olmadı.

 

Okuldayken bir kere demir kapıdan kaçtım, o da kaçmış olmak içindi. Son sınıftaydım. Demir kapıya tırmanıp üstünden atladık, sokağa çıkınca ben vazgeçtim kaçmaktan ve ters yüz dönüp tekrar kapıya tırmandım ve okula girmiştim.

 

Savaş yıllarıydı benim Darüşşafaka’da okuduğum yıllar. Savaş 39’da başladı, 42-44 en şiddetli, en kötü zamanlarıydı. Ekmek karnesi, Sümerbank karnesi falan veriyorlardı. Günlük yarım ekmek hakkımız vardı. Yarım ekmeğin ortasından bir dilim ayrılıp sabaha bırakılır, kenarları da yani köşelerden birini öğlen, birini akşam yerdik. Ben, “doymadım, aç kaldım” gibi sorunlar yaşamadım çünkü yemek bana yetiyordu da artıyordu da.

 

O dönemde bir ara okulda uyuz salgını oldu. Fakat bu sıkıntıların hiçbirinden etkilenmedim çünkü ben zaten Cumartesi-Pazar günleri eve çıkıyordum, onun da tesiri olabilir. Evde torbamı doldururlardı; bazen börek bazen meyve, arkadaşlarıma götürmem için. Meyve bahçemiz vardı; elma, armut, ceviz, badem çoktu. Okula giderken mandalina, portakal da alırdım. Torbamdakiler anında dağılır biterdi, çocuklar portakalı kabuklarına kadar yerlerdi. Yokluk işte.

 

Bir kısım çocuklar ekmeğini satardı para kazanmak için. Demek ki bazıları doymuyormuş.

 

*****

 

Nasıl da inerdi topa…

 

‘Bekâr Yaylası’ biz altıncı ve yedinci sınıflardayken oyun yerimizdi; orada uzun eşek, bez toplarla futbol oynardık. Öbür tarafa geçemezdik, abiler izin vermezdi. Aşağıya ayvacı falan gelirdi, biz duvardan beş kuruş atardık o da bize ayva atardı.

 

Liseye geçtiğimiz zaman büyük top sahası bizim oldu, orada top oynamaya başladık. Büyüklerimize özellikle basketbolda, futbolda hayranlıkla bakardık. Ben de basketbolu sevdim, hem basketbol hem de voleybol oynadım.

 

Azmi Abi iyi futbol oynardı, abilerle haşir neşir olur onlarla beraber maçlara giderdik. Yalçın Granit, Hayati bizim sınıftan takımda oynarlardı. Talip Abi, hâlâ geliyor derneğe, ihtiyarlamış. Nasıl da inerdi topa, onu izlemeye bayılırdık.

 

Diğer liselerde yokken bizim okulun cimnastik salonu vardı, bazı zamanlarda resmi maçlar filan oynanırdı bizim salonda. Turgay gelirdi. Resmi olarak okullar hentbol maçları bizim sahada oynanırdı, seyrederdik.

 

 

Yalçın Granit

 

 

Bizim dönemimizde Darüşşafaka basketbolda etkiliydi, futbol ve voleybolda o kadar etkili değildi. Hani maçlara giderlerdi ama o kadar iyi değillerdi. Basketbol iyiydi, sonra daha da iyi oldu. Yalçın Granit zamanında gelişti basketbol. Yalçın, tatillerde Anadoluhisarı’nda basketbola gitmiş kendini geliştirmiş. Okulda talebe olmasına rağmen önayak oldu, basketbolun gelişmesine epey faydası dokundu.

 

Darüşşafaka bitince Eğitim Enstitüsü’ne gittim. İstanbul’daki Eğitim Enstitüsü kapandığı için Ankara’da imtihana girdim fakat o sene İstanbul’da yeniden açıldı ve ben Çapa Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’ne girdim. Fransızca öğretmenliğini bir iki sene yaptım sonra öğretmenlikten ayrılarak İş Bankası’na girdim. İş Bankası Genel Müdürlük’te Dış İşleri Grup Müdürü olarak emekli oldum.

 

*****

 

 

Darüşşafakalılık…

 

Darüşşafakalı arkadaşlarımız bizim için kardeş gibidir. Altı yedi sene beraber yedik, içtik, yattık, kalktık. Birbirimizle evdekilerden daha çok beraber olduk ve birlikte kardeş gibi büyüdük. Mesela Fatih’te bir kısım arkadaşlar bizim eve gelirdi, öğle yemeği yerlerdi, beraber oyun oynardık.

 

Zaten aynı dönemden olmasak bile yakamızdaki rozetimiz bizi birbirimize bağlar. Mesela Zekeriya Yıldırım, Merkez Bankası başkan yardımcısı görevindeydi. Ben de İş Bankası müdür muaviniydim. Toplantılar oluyordu; ben önde otururken Zekeriya Yıldırım beni rozetimden tanımış hemen yanıma geldi “Abi” dedi, tanıştık ve ilişkilerimizde daha bir yakınlık oluştu. Darüşşafakalılık özel bir bağ. Ben Fenerbahçeliyim ama basketbolda Fenerbahçe ile Darüşşafaka karşılaştığı zaman Fenerbahçe umurumda bile olmuyor.

 

Darüşşafaka’ya gitmeseydim ailemin okutma imkânları vardı, herhalde okurdum. Belki de meslek okuluna giderdim. Marangozluk yeteneğim vardı. Fakat şu da bir gerçek, savaş zamanıydı, Darüşşafaka’da kitabımız, ekmeğimiz, kıyafetimiz her şeyimiz verilirdi. Kıyafetlere çok sevinirdik, yeni ayakkabılar dağıtılırdı. Berberimiz vardı: Yunus Abi. Terzimiz vardı, söküğümüzü dikerdi: Bahattin Abi. Hamamımız vardı, yedi kurnalı, sıcak sularla yıkanırdık. Bunların hepsi büyük şeylerdi.

 

Şu anda Darüşşafaka’nın verdiği imkânlar bize verilenlerin çok üstünde gibi geliyor bana. Bizimle mukayese edilmez, buna rağmen ÖSS’ye bakıyorum mezunlarımız derceye giremiyorlar. Her ne kadar kazansalar da bir yerlere girseler de derece tutturamıyorlar. Bunu biraz tuhaf karşılıyorum. Bu kadar imkân varken çocuklarımız niye başarısızlar?

 

Darüşşafaka’nın başarı açısından ilk sırada olmasını arzu ederdim.

 

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here