İkiye bölünmüş bir şehir: BUDAPEŞTE
1 Mayıs günü Macar Hava Yolları ile Prag’dan Budapeşte’ye hareket ettik. Tur rehberimiz hareket saatinden 3 saat önce havaalanında olacak şekilde, sabah erkenden otel lobisinde buluşmamızı istedi.
Polis farklı
Prag Havaalanına, uçuş saatimizden yaklaşık 3 saat önce geldik, lyı ki de erken gelmişiz. Zira checkin’leri yapan Çek Hava Yollan’nın bilgisayarı arıza yapmış. Uzayan kuyruklarda, Prag’da sohbeti geliştiremediğimiz grup arkadaşlarımızla daha iyi kaynaşma firsatı bulduk. Bu kuyrukta (kuyruk yanm ay şeklindeydi) çok yeni fikralar öğrendik. Sonuçta topu topu iki saat gecikmeyle uçağımız havalandı ve akşam saat 7 sularında Budapeşte’ye ulaştık. Böylece koca bir günümüz 45 dakikalık yolculuk için heba olmuş oldu. (Tur ile yolculuk yapmayı düşünenlere uyarı: Tur ilanlarında belirtilen konaklama gün sayılarına sakın aldanmayın. Gidiş ve dönüşlerde kafadan birer günü yok sayın. Hele birkaç il görülecekse, her il için bir günü yok sayarak plan yapın.)
Macar Gümrük Polisi, Çek polisi kadar kaba ve hantal değil. Polis ve gümrük kontrolünden hızlı bir şekilde geçiyoruz. Kalacağımız otele doğru tur otobüsü ile yola çıkıyoruz; otelimiz, birçok devlet başkanını konuk etmiş, Budapeşte’nin en lüks oteliymiş, birçok diplomat da halen bu oteldeymiş… Grup olarak derhal havaya giriyoruz, ee bize de bu yakışır, diplomattan farkımız ne?..
Otele varınca biraz keyfimiz kaçıyor. Hiç de devlet başkanı ağırlayacak bir otele benzemiyor. “Dış görünüş ve lobiye aldanmayalım, odalar belki lükstür” diyoruz. Zaten otel personelinin davranışları da bir garip. Sanki müşteri değil de oteli talan etmeye gelmiş haramilermişiz gibi davranıyorlar bize. Rehberimiz olayın nedenini çözüyor: Bu otele gelen ilk Türk grup bizlermişiz, personel hiç Türk görmemiş. Kafalarındaki Türk imajı her nasılsa, bir haftadır bizim stresimizle yaşıyorlarmış. Grup olarak, kafalarındaki imajı değiştirme kararı alıyoruz. 150 yıl atalarımızın himayesinde kalmış şu Macarlara, Türk’ün kim olduğunu göstermeye and içiyoruz.
İyi Oda Bahşişe Tabi
Odalarımıza çıktığımızda ikinci bir şok daha yaşıyoruz: Devlet başkanlarını ağırlayan otelin odalarında havalandırma teşkilatı yok. Odalar son derece küçük, îki kişinin aynı anda ayakta durması bir mucize. Biri bavulları açarken ötekinin yatağın üzerine çıkması gerekiyor. Ertesi gün, personel bizi tanıdıkça, otelin havalandırmalı, minibarlı odalan da olduğunu öğreniyoruz. Hatta grubun bazı uyanık mensuplarının ikinci gün odalarını değiştirdiklerini öğreniyoruz. Ben de hemen resepsiyona müracaat ediyorum; biz, ikisi çocuk olmak üzere dört kişiyiz… Eşim kızımla, ben oğlumla ayrı odalarda kalıyoruz, bölünmüş aileler gibiyiz. Bize ya birleşik oda ya da yan yana odalar vermelerini rica ediyorum. Cevap, “otel ful dolu, belki yarın!..” Budapeşte’den ayrılana kadar her gün, aynı cevabı almak pahasına ben başvurularımı sürdürüyorum. Diğer becerikli grup arkadaşlarıma bu işi nasıl hallettiklerini sorduğumda, oda değiştirmenin yolunun, yüklü bir bahşişten geçtiğini öğreniyorum.
Budapeşte’deki ilk sabahımızın programında tam günlük bir şehir turu var; tarihi ve turistik yerleri gezeceğiz. Tur sırasında rehberimizin verdiklerinden ayıkladığım bazı bilgileri aktarıyorum:
Macaristan 93 bin kilometrekarelik bir ülke. Komşuları Avusturya, Slovakya, Ukrayna, Romanya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya. Başşehri Budapeşte. Aslında Budapeşte eskiden Buda ve Peşte olmak üzere iki ayrı şehirmiş. Birleştirmeleri fena da olmamış. Buda, Peşte’ye göre daha eski bir yerleşim merkezi. Birçok tarihi eser bu kesimde, ancak daha fakir bir görünüm arzediyor. Peşte daha zengin, tüm modern binalar şehrin bu bölümünde. Şehrin en prestijli ve lüks yerleşim yerleri Peşte de. Ayrıca tüm ünlü mağazalar da kendilerine uygun mekan olarak Peşte’yi seçmiş. Buda dağlık tepelik, Peşte ise dümdüz bir ova.
Macarlar da korkuyor
Macaristan’ın nüfusunun toplamı 10.5 milyon, yani İstanbul’dan az. Dışarda yaklaşık 3 milyon Macar yaşıyor; 2 milyonu Romanya’da, kalan l milyonu da Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Sırbistan, Hırvatistan ve öteki Avrupa ülkelerinde yaşıyor. Macar nüfusunan artış hızı, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, gittikçe düşüyor. Ülkenin en önemli azınlık grubu Çingeneler. Nüfusun yüzde 7’sini oluşturan Çingeneler, Macarların aksine hızla çoğalıyorlar. Yapılan hesaplara göre 50 yıl içinde Çingeneler çoğunluğa, Macarlar ise azınlığa geçecekmiş. Bir dokun bin ah işit; Macarların bugün en büyük derdi bu. Tüm yasadışı işleri ellerinde tutan Çingenelerin bir gün nüfus olarak çoğalıp ülke yönetimini ellerine geçirecek olması da Macarların kâbusu!..
Bir de yasadışı yollardan gelmiş mülteciler var, genellikle Asya ve Afrika’dan gelmişler. Özellikle Araplardan çok çekiniyorlar, tüm kirli işlerin içinde Araplar ve Asyalılar var ki, Çingenelere rahmet okutuyorlar. Şehrin merkezinde yanınıza yaklaşan bir Arap ya karaborsa para bozmak istiyor ya da bayan arkadaşa ihtiyacınız olup olmadığını soruyor. Yakanızı bunlara kaptırdınız mı yandınız, insanı anında soyup soğana çeviriyorlar. Bizim gruptan bir arkadaşa Araplar para bozmak istiyorlar, ancak bu arkadaş kendilerine itibar etmiyor ve resmi döviz bürosuna gidiyor.
Bunu anlayan Araplar kendisini takip ediyor ve döviz bürosunun içinde elinden cüzdanını kaptıkları gibi sırra kadem basıyorlar. Bu olaydan sonra hepimiz paramızı daha iyi muhafaza etmek için kendimize has yöntemler geliştiriyoruz.
Derken bir Hilton
Budapeşte’deki şehir turumuza Peşte’den başlıyoruz, ilk durağımız Kahramanlar Meydanı. İnanılmaz büyüklükteki bir meydanın ortasında, iki tane yarım ay şeklinde anıt duvar var; üzerlerinde tarih sırasına göre Macar kahramanlarının heykelleri… Bu görkemli anıtın arkasında çok büyük bir park ve bir gölet bulunuyor. Bir de büyük şato var. Şatonun özelliği, dört ayn mimari tarzda yapılmış olması; bir yanı Gotik ise öteki yanı art-nouveau. Tarzlardan biri de Osmanlı. Böylece Macarlar pek hatırlamak istemeseler de bu eserle ölümsüzleştirmişler. Bu parkın içinde bir de sirk var ki bu şehre gelen herkesin görmesini tavsiye ederim. Hayatımda ilk kez çadır olmayan, betonarme bir sirk gördüm. Sirk günde iki kez ikişer saatlik gösteri yapıyor ve iki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
Turumuzun ikinci durağı Buda tepeleri. Buda tepelerinde önce Kale Bölgesi’ne gidiyoruz. Bu bölgenin görülmeye değer yerlerinin başında Kraliyet Sarayı, Matthias Kilisesi ve Balıkçı Hisan geliyor. Kraliyet Sarayı müze olarak kullanıldığından, vakit kaybetmemek için şöyle bir bakıp Matthias Kilisesi’ne doğru yol alıyoruz. Kilise gerçekten müthiş görkemli bir yapı. 15. yüzyılda yapılmış. Vitray ve fresklerinde art-nouveau’nun yanı sıra Osmanlı etkilerini hemen fark ediyorsunuz. Balıkçı Hisan ise 1905 yılında şehri tepeden izleme platformu olarak yapılmış. Ancak mimari olarak neo-Gotik tarz benimsendiğinden Orta Çağ’dan kalma havası veriyor. Balıkçı Hisarı adı verilmesinin sebebi, Orta Çağ’da şehrin kalesinin bu duvarını saldırılara karşı balıkçıların koruyor olması imiş. Bu platformdan tüm Budapeşte’yi seyretmeniz mümkün. Matthias Kilisesi ile Balıkçı Hisarı arasındaki tarihi meydana son derece çirkin bir mimari tarzı ile Hilton Oteli inşa edilmiş. Hayatımda gördüğüm Hiltonların en çirkini bu diyebilirim. Sultan Ahmet Meydanı’nı düşünün ve tam Sultan Ahmet Camii ile Ayasofya arasındaki meydanda dört katlı ve duvarları yeşil camlarla kapatılmış bir cam bina hayal edin. Buna kim izin vermişse herhalde öbür tarafta yatacak yer bulamayacak. Bu Hilton otelini gördükten sonra, tarihe karşı bu kadar acımasız olan Hilton’u protesto amacıyla, yaşamımın sonuna kadar dünyanın hiçbir yerinde Hilton oteline gitmemeye karar verdim.
Gülün adı Gül Baba
Turumuzun son durağı Gül Baba Türbesi. Gül Baba, Bektaşi tarikatine mensup bir derviş imiş. Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan seferine katılmış ve Buda’nın Tuna’yı kuşbakışı gören tepelerinden birini kendine mekan olarak seçmiş. Bahçesinde çeşit çeşit güller yetiştirirmiş; adı oradan geliyor. Türbeye geldiğimizde son derece bakımlı bir görünümle karşılaşıyoruz. Türbenin mütevazı bahçesinde yine çeşit çeşit güller sanki Gül Baba halen yaşıyor der gibi ziyaretçileri karşılıyor. Türbenin bakımı ve yeniden ziyaretçilere açılması için Türk Hükümeti katkıda bulunmuş; restorasyonunu Türk Hükümeti yaptırmış. Sandukanın örtüsü ve yerdeki halılar da Türkiye’den getirilmiş.
Türbeye girdiğimizde grup arkadaşlarımızın içlerinden dua okuduklarını dudaklannın gizlenmek istenen kıpırtılarından fark ediyorum. Gül Baba’nın ruhuna bir fatiha okumaya sanki utanıyorlar. Oysa aynı insanlar dinlerine yabancı oldukları mabedlerde, kiliselerde iyi birer Hıristiyan gibi dualar edip mumlar yakmışlardı. Neyse ki durumu fark eden bir başka grup arkadaşımız bizlere dönerek, “Haydi hep beraber Gül Baba’nın ruhuna bir fatiha okuyalım” diyor ve insanlar sıkılganlıklarını üzerlerinden atıp, ellerini de semaya açarak rahatlamış bir vaziyette fatihalannı okuyorlar. Gül Baba Türbesi ziyaretimizde belli belirsiz bir hüzün içimi kapladı. Bu saygıdeğer dervişin yaşamını ve yüzyıllar süren yalnızlığını düşündüm. Gül Baba’nın yüzyıllar süren yalnızlığından sonra oradan alelacele ayrılmak, uzun yıllar sonra yolda karşılaştıgım bir dostumun sadece merhaba dedikten sonra arkasını dönüp gitmesinin hüznünü yaşattı. Gül Baba’nın ziyaretçileri yalnız bizler değildik. Biz tam türbeye ulaştığımızda, bir başka turist kafilesi de türbeden aynlmak üzereydi. Bu ziyaretçiler ne Türk ne de müslüman idiler. Ama ziyarete gelirken yanlarında, Gül Baba’nın çok sevdiği gül demetlerini getirmeyi ve sandukanın etrafına yerleştirmeyi ihmal etmemişlerdi. Bizler ise elimizi kolumu sallaya sallaya türbeyi ziyarete gelmiştik. Gül Baba’ya, çok sevdiği güllerden bir tane bile getirmeyi akıl edememiş olmaktan dolayı grup olarak çok üzüldük.
Tas Kebabı! Gulaş…
Gül Baba Türbesi bugünkü programımızın son durağı idi. Türbenin bulunduğu tepeden Tuna’ya doğru inerken rehberimiz, 300’er metre arayla iki adet Türk Hamamı olduğunu söyledi. Hamamlar halen kullanılıyormuş. Budapeşte’de koca Osmanlı imparatorluğu’ndan kala kala Gül Baba Türbesi ile iki hamam kalmış. Macarlar tarihlerindeki Türk asırlarını hatırlamak bile istemiyorlar. Rehberimiz utana sıkıla Türkler hakkında pek fazla bilgisi olmadığını söylüyor. Macar tarih kitaplarında yer almayan 150 senelik bir period varmış; Osmanlı’nın hakim olduğu dönem. Bu dönem hiç yaşanmamış gibi kabul ediliyor. Bu satırları yazarken kesinlikle muhafazakar milliyetçi duygular taşımıyorum. Ancak 24 yaşında genç bir delikanlı iken istanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in Ayasofya ve Kariye gibi kiliseleri camiye dönüştürürken gösterdiği hassasiyeti düşününce de atalarımın hoşgörüsü karşısında gururlanmaktan da kendimi alamıyorum.
Macaristan’ın en meşhur yemeği, Gulaş; herkes onu yememizi öneriyor. Peşte’de ünlü bir lokantaya gidiyoruz. Lokanta çok güzel dekore edilmiş: Masalar, oturma sıralan, vitraylar, tarihi bir kilisede yemek yediğiniz izlenimi veriyor. Personel son derece sevecen ve saygılı. Garsona Gulaş’ın nelerden yapıldığını soruyoruz. Dana etinden yapıldığını öğrenince biraz keyfimiz kaçıyor. Keyfimizin kaçması garsonu da üzüyor ve nedenini soruyor. Deli Dana hastalığından korktuğumuzu söylüyoruz. Garsonun tavırlarından daha önce bu hastalığı hiç duymadığını anlıyoruz. Neredeyse tüm personel bu hastalığın ne olduğunu birbirlerine soruyor. Aynı şey Prag’da da başımıza gelmişti. Adamların deli dana diye bir derdi yok. Oysa biz Türkiye’de her gün tavuk yemekten neredeyse gıdaklayarak konuşacağız. Deli dananın henüz doğu Avrupa’ya gelmediğine kanaat getirip Gulaşlarımızı ısmarladık. Garson yemeklerimizi getirdiğinde, herhalde yanlış masanın yemekleri diyoruz, zira tabaklarda resmen bizim bildiğimiz tas kebabı var. Garsonla yaptığımız istişare sonucunda tas kebabının gulaş olduğuna ikna oluyoruz; tek farkı, biraz daha sulu ve acılı olması.
Bekaretini yitirmiş pazar
Prag’da olduğu gibi Budapeşte’de de yoğun bir inşaat faaliyeti sürmekte. Zira sosyalist dönemde inşa edilen sosyal konutlar 40-50 metrekare civarında. Oysa halk artık daha geniş mekanlarda yaşamak istiyor. Ülke Amerikalı ve Avrupalı işadamlarının istilasına uğramış. Sosyalizmin yıkılışından hemen sonra tüm çok uluslu firmalar bu ülkelere akın etmiş. Son 15 yıldır Türkiye’ye çekine çekine giren çok uluslu firmalar 3-5 yıl içinde bu ülkeleri paylaşmışlar.
McDonald’s’ından Burger King’ine, Cartier’inden Versace’sine, Adidas’ından Lewis’ine ne ararsan Budapeşte’de var. Ancak fiyatlar Türkiye’ye göre oldukça pahalı. Macaristan ve diğer doğu Avrupa ülkeleri Türk işadamlarını henüz keşfedemediği ve artık bakir olmayan pazarlar.
İşadamlarımız risk almaktan korktukları sürece bu tür yeni pazarları gelişmiş ülkelere kaptırmaktan kurtulamazlar. Umarım Türki Cumhuriyetler ve Çin pazarı konusunda da aynı korkaklığı yapmıyorlardır. Zira bu tür köklü sistem değişiklikleri dünyada ancak 200 – 300 yılda bir oluyor. Macaristan’daki ikinci gün programımızda ünlü Estergon Kalesi’ne karayolu ile gidiş ve vapur ile Tuna üzerinden Budapeşte’ye dönüş var. Program bizi bir hayli heyecanlandırıyor. Sanki atalarımızın asırlarca önce fethettiği kaleyi bir kez de biz fethedeceğiz. Belli ki programı önceden bilen bazı grup mensupları Estergon’un tarihini yola çıkmadan bir hayli incelemiş. İlk bilgileri bu ilgili arkadaşlardan alıyoruz. Aslında iyi ki de öğrenip gelmişler. Zira rehberimiz bu konuda pek bir şey bilmiyor, gruptakilerden öğreniyor.
“Kaleye bu noktadan…”
Estergon, Budapeşte’ye 66 km uzaklıkta, 32 bin nüfuslu bir kasaba. Kentin tarihi çok eskilere dayanıyor. 10 ve 12. yüzyıllar arasında Macar devletinin merkezi haline geliyor. Estergon, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1526’da Budin’i fethinden sonra, bir süre daha Macarların elinde kalıyor. Sultan Süleyman’a bağlılıklarını bildirdiklerinden, Sultan Süleyman Estergon’la vakit kaybetmeyip Viyana’ya yöneliyor. Ancak bu arada Macar hanedanına göz diken arşidük Ferdinand, Estergon’u ele geçirip Budin üstüne yürüyor. Bunun üzerine Sultan Süleyman Budin’i bir kez daha almak ve Estergon’u da kendi hakimiyetine katmak için geri dönüyor. Kanlı muharebeler sonunda, 8 Ağustos 1543’de Estergon Kalesi Osmanlılarca fethediliyor. Ancak kale, asırlar boyunca devamlı savaşlara neden oldu ve sürekli el değiştirdi.
Estergon Kalesi’nin içine girdiğinizde çok görkemli bir katedral ile karşılaşıyorsunuz. Kale meydanının ortasına, neoklasik tarzda yapılan bu katedral, ilk bakışta 10-12. yüzyıllarda yapılmış izlenimi veriyor; oysa yapımına 1822’de başlanmış, 1856’da da bitirilmiş. Franz List de açılışında bir konser vermiş. Katedralin inşa edildiği meydanda, Osmanlı’nın inşa ettiği cami, imaret ve hamamlar varmış. 1663’de Estergon’a gelen Evliya Çelebi, cami, hamam, aşevi, imarethane ve medreselerin varlığından söz ediyor. Biz, Osmanlıyı anımsatacak hiçbir şeye rastlamadık. Yalnız, kalenin müzesini gezerken, gözlerden uzak bir duvar dibinde 4 Osmanlı mezarı tespit ettik. Eskiden kalenin içinde bir Türk mezarlığı varmış. Hatta bu mezarlık sosyalist döneme kadar varlığını korumuş. Ancak sanatsever sosyalistler bu mezarlığı yok ederek üzerine bir açık hava tiyatrosu inşa etmişler.
Kalenin müzesinin girişinde Türklerin kaleyi fethedişini anlatan iki minyatür bulunuyor. Grup olarak bu minyatürlerin önünde toplanıyoruz. Bu fetih anısı bizi gururlandınyor. Rehberimize Türklere ait başka eserler bulunup bulunmadığını soruyoruz. Kızcağız, atalarının bu yok edici tavrından son derece mahcup. Müze müdürüne soruyor ve kalenin aşağısındaki parkta Türklerin kaleyi fethetmelerinin anısına yapılmış bir anıt olduğunu öğreniyor. Heyecanla bu anıtı görmek üzere, kaleden nehir kıyısına yaklaşık üç kilometre yol yürüyoruz. Grubun yarısı pes ediyor ama diğer yarısı kararlı. Nehir kıyısına vardığımızda anıta benzer bir şeye rastlamıyoruz. Tam tüm umutlarımızı yitirip geri dönmeye karar verdiğimizde rehberimiz sevinçle, “Buldum, buldum” diye bağırıyor. Parkın en ücra köşesinde çalılarla boğuşurken yetişiyoruz. Gördüğümüz “anıt” karşısında dilimiz tutuluyor. Tam anlamıyla dağ fare doğuruyor. Anıt göreceğiz diye 3 kilometre yol yürüdükten sonra bulduğumuz şey, l metreye l metre ebadında, duvara yapıştırılmış bir mermer parçası. Üstünde, “8 Ağustos 1543’de Sultan Süleyman’ın askerleri kaleye bu noktadan girdiler” yazıyor.
Tek yol metro!
Budapeşte’ye dönüşte, artistler köyü olarak bilinen Szentendre’ye uğruyoruz. Artistler köyü denilince, gittiğimiz yerde müzik, resim, heykel gibi sanatsal faaliyetlerle karşılaşacağımızı zannediyoruz. Oysa köyde turistik eşya satan dükkanlar dışında hiçbir artistik faaliyetle karşılaşmıyoruz. Dükkanlarda el işi masa örtüleri, yerel kıyafetler ve porselen eşyalar satılıyor. Pazarlık etmek serbest. Kapalıçarşı tecrübesi olanlar alışverişlerinde indirim imkanı bulurken, diğerleri bir hayli kazıklanıyorlar. Kazıklandıklarını Budapeşte’ye dönüp çarşı pazar gezdiğimizde daha iyi anlıyoruz.
Budapeşte’de çok yaygın bir metro sistemi var. İstediğiniz her yere metro ile gidebiliyorsunuz. Taksicilere dünya kadar parayı kaptırmaya hiç gerek yok. Macarların iddialarına göre dünyanın en eski metrosu Budapeşte’deki imiş. Sohbetlerde hiç İstanbul metrosundan söz etmiyoruz. Olsun, nasıl olsa yakında bizimde bir metromuz olmayacak mı?