SL 9. Hafta Beşiktaş 0 : 0 Kayserispor 16.10.2005
Zamanlama olarak gelişi de gidişi de yanlış oldu. Geçen sezon, devre arası çalışmalara katılıp, takımı hazırlama imkanı verilmeden göreve getirilmişti. Bir anlamda okyanusun ortasına atılıvermişti. “Keşke devre arasında getirilseydi” demiştik. Her türlü olumsuz koşula rağmen geçen sene fena bir sezon geçirmedi Rıza Hoca.
Rıza Hoca bu sene de lige fena başlamadı. İlk maçları son derece umut vericiydi. Çok koşan, pres yapan ve yardımlaşan bir Beşiktaş izledik. Ama ne olduysa oldu ve o aynı kadro sahada dolaşmaya başladı. Ligin başında hepimizin övündüğü Beşiktaşlılık ruhu gitmiş, amaçsızca sahada dolaşan, koşmayan ve yüreğini sahaya koymayan bir Beşiktaş gelmişti. Seyircinin tahammül edemediği nokta da buydu. Beşiktaş seyircisi yenilgiden çok bu ruhsuzluğa isyan ediyordu.
FATURA RIZA’YA ÇIKTI
Elbette bir takımın kötü gidişinden birinci derecede teknik direktör sorumludur. Ama iyi oynayan bir takımdaki bu ani değişikliğin başka nedenleri de olmalıdır. Başkan ve yönetim kurulu üyeleri bu nedenleri araştırmaya cesaret edemediler. Önce sorunları halının altına süpürdüler sonra da Rıza Hoca’yı günah keçisi olarak seyircinin önüne attılar.
Kaderi o hafta oynayacağı maçın sonucuna bağlı olan bir teknik direktör ne kadar dayanırsa Rıza Hoca da o kadar dayandı. Keşke Malmö maçınan sonra Başkan Yıldırım Demirören’in “Sonuna kadar arkandayım” sözüne inanmasaydı. Çünkü Demirören, Del Bosque’nin de arkasındayım, demişti. Rıza Hoca, Başkanın arkasındayım sözünün ne anlama geldiğini anlamayacak kadar saf ve temizdi. Maalesef Başkanın kendisine sarılıp göz yaşı dökmesine inandı ve kaldı.
Demirören’in bu tavrı Beşiktaşlılık etiği ve ruhuna hiç yakışmadı. Bir hafta önceye kadar, “sonuna kadar arkasındayım” dediği hocayı yollayan bir kişinin güvenilirliği kalmamıştır. Artık onun hiç bir sözünün kıymeti harbiyesi olamaz.
TEK SUÇLU BAŞKAN VE YÖNETİM KURULUDUR
Erman Toroğlu, Lig TV programında, “Yönetim kurulu sahadaki takımın aynasıdır” demişti. Bu söz son derce doğru ve önemlidir. Yönetim kurulunda yaşanan her şey bire bir takıma yansır. Başkan Seba ve Bilgili kendi yönetimleri dönemlerinde yöneticiler ile futbolcuların yakınlaşmasını, hatta yöneticilerin tesislere bile girişini yasaklamışlardı. Son derece de haklıydılar. Zira, sonuçta yöneticiler de birer taraftardır ve her taraftar gibi onlar da futbolcuları tanımak, onlarla birlikte olmak, onlarla görünmek isterler. Bu onlar için yakın çevrelerine “hava atmanın” en kestirme yoludur.
Futbolcular da bu durumdan yararlanırlar. Her yöneticinin mutlaka bir yönetici “hamisi” vardır. Bu hamileri vasıtasıyla taleplerini yönetime iletirler. Transfer taksitleri geciktiğinde ya da prim alamadıklarında bu hamilerine başvururlar. Hatta öyle yöneticiler vardır ki, hamisi oldukları futbolcunun kredi kartı borcunu bile öderler.
Bu ilişki yoğunlaştıkça karşılıklı talepler de artmaya başlar. Takıma giremeyen futbolcu, hamisi olan yönetici vasıtasıyla teknik direktöre baskı yaptırmaya başlar. Bunun karşılığında da yöneticilerin, kendi rızası dışında getirilmiş bir hocayı ya da futbolcuyu yollamak için hamisi olduğu futbolcudan “küçük ricaları” olur. Ne demek istediğimi herkes anlamıştır sanırım.
Yönetimdeki gruplaşmalar iktidar savaşına dönüştüğünde bu ricalar yoğunluk kazanır. Çünkü amaç takımı başarısız hale getirip, mevcut yönetimi yollamak ve iktidara gelmektir. Beşiktaş’ta gizli bir iktidar savaşı yaşanmaktadır. Aynen Yüzüncü yıl şampiyonluğundan sonraki yıl yaşandığı gibi. Serdar Bilgili’yi devirmek uğruna takımı sabote edenler şimdi aynı senaryoyu yaşıyorlar.
Rıza Hocam, senin teknik direktörlük becerilerinden kimsenin şüphesi olmadı. Sen elinden geleni yaptın. Seni sabote edenler utansın. Güle güle git Rıza Hocam. İçini ferah tut.