BENİM DE BİR ERMENİ HİKÂYEM VAR!
Bugün 24 Nisan. Ermenilerin acı günü. Aslında tüm insanlığın acı günü. Maalesef savaşlar insanların insanlıktan çıktığı dönemlerdir.
Ben tarihçi değilim, Ermenilere yapılan zulmün soykırım olup olmadığına karar veremem. Ortada kafa karıştıran tanımlar var. Buna karşın tarihi belgelerin pek azına ulaşmak mümkün. Adına ne derseniz deyin, ortada bir insanlık ayıbı var. Bir acı var. Bu acıyı paylaşmamak, müsebbiplerini lanetlememek başka bir insanlık utancı olur. Kalben lanetliyorum!
Bugün Rachel Dink’in “Acı acı ağlıyorum” başlıklı yazısını, sonra da Rober Koptaş’ın “Bir Ermeni olarak ne istiyorum?” başlıklı yazısını okudum, içim acıdı. Her ikisi de insani ve samimi duygularla yazılmış yazılardı. Bir Ermeni olarak yaşamanın zorlularını ve ağır bedelini anlatıyorlardı. Benzer acıları yaşamış Alevilerin bir ferdi olarak çok kolay empati yapabilecek durumdayım. Bu iki makaleden yola çıkarak ben de, bize ait olan “Ermeni hikâyemizi” yazmaya karar verdim.
Aile köklerim Erzurum’dan. Aleviyiz. Doğma, büyüme İstanbulluyum ama Erzurum’la bağım yakın zamana kadar devam etti. Mevcut durumda Erzurum’da bir teyzem ve birkaç kuzenim yaşıyor. Tüm diğer akrabalarım İstanbul’a göçtüler.
Çocukluğumda TV yoktu, tek eğlencemiz radyo idi. O da her saat açılmaz, belli programların yayın saatlerinde dinlenirdi. Geriye kalan uzun gecelerde sohbetler edilirdi. Sıkça da bu sohbetler gelir, Rus ve Ermenilerin Erzurum’da yaptığı zulüm hikâyelerine dayanırdı. Rahmetli nenem bu zulmün canlığı tanığıydı. İstanbul’a her geldiğinde, komşularımız evimize doluşur, o kötü günlere yönelik anılarını ilgiyle dinlerlerdi.
Annem ve babam da bu hikâyelerle büyüdüklerinden, canlı tanık nenemin yokluğunda, anlatmak onlara düşerdi. Hikâyeleri ve aktarılan anıları yazmak istemiyorum; bunları tekrarlamak kin ve husumeti körüklemekten başka bir şeye hizmet etmez. Pek çoğunun kulaktan kulağa aktarılırken abartıldığına hiç kuşkum yok. Ama bu hikâyelerin tamamının da uydurulduğunu söylemek haksızlık olur. Belli ki bir şeyler yaşanmış.
Benim asıl yazmak istediğim, bu hikâyelerin dinleyenler üzerinde yarattığı etki, ruhlarında açtığı derin yaralarla ilgili. Bu hikâyelerin yarattığı kin ve düşmanlık tohumları ile ilgili.
Kendimden örnek vereyim; Bu hikâyelerle büyüyen ben, nerdeyse lise yıllarıma kadar en büyük düşmanım olarak Ermenileri görmüştüm. Zira, hikayelere göre, ailemden pek çok erkeği camiye doldurup yakanlar, kadınlarımıza, kızlarımıza tecavüz edenler Ermenilerdi(!) Nenem bizlere kızdığında ‘Armen tohumu’ diye hakaret ederdi. Demek ki Ermeni kötü bişeydi(!) Lisede sol hareketle tanıştıkça bu öfkem hafifledi, sonra yok oldu. Ya da ben yok olduğunu zannediyordum.
Lise sonda bir Ermeni sınıf arkadaşım vardı; Adı Sarkis Yazıcıyan. En iyi anlaştığım arkadaşlarımdan biriydi. Üniversite sınavına hazırlık için evi müsait olan bir arkadaşta buluşur, ders çalışırdık. Ama ne zaman Sarkis’in evi müsait olsa ben bir bahane uydurur, gitmezdim. Çünkü halen Sarkis’in ailesinin bana zarar vereceğine inanırdım. Ben onlara artık kötü duygular beslemiyorum ama ya ailesi halen bizlere düşman gözüyle bakıyorsa, diye korkardım. Çocukken anlatılan hikâyeler genlerime öylesine güçlü kodlanmıştı ki, bazen bu genler beynimin düşünme sınırlarını daraltabiliyordu. Şimdi yurtdışında yaşayan Sarkis birkaç sene önce İstanbul’a geldiğinde bu anılarımı kendisine itiraf ettim, birbirimizin elini tutup gülüştük. Aslında hüznümüzü gülümsememizin arkasına gizlemeye çalışmıştık.
Otuzlu yaşlara gelince kendi işimi kurmuştum. O yıllarda, Trabzonlu iş ortağım ve üç arkadaşımla Kanada’ya iş seyahatine gittik. Bir gün, bir lokantada yemek yerken bir esmer adam masamıza geldi. Lisanımızdan Arap ya da Türk olduğumuzu tahmin etmiş. Ailesi Türkiye’den göçen bir Ermeni imiş. Uzun uzun sohbet ettik. Adam ailesinin göçtüğü yerleri merak ediyor, soru üstüne soru soruyordu. Yemekten sonra ısrarla bizleri evine Türk kahvesi içmeye davet etti. Kıramadık bu tatlı adamı; yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra adamın şehir dışında, ormanlık alandaki evine geldik.
Asıl hikâye de tam burada işte!
Trabzonlu ortağım da benim dinlediğim hikâyelere benzer hikâyelerle büyümüş. Diğer arkadaşlar da, bizim ki kadar olmasa da, benzer hikâyeler dinlemişler. Adamcağız bizlere tatlı ikram ediyor, kahve pişiriyor ama Trabzonlu arkadaşım ne yiyor ne içiyor. Dayanamadım nedenini sordum; “Şayet bu Ermeni yiyecek ve içeceklerin içine zehir koyduysa birimiz etkilenmeyelim, müdahale edelim diye” cevap verdi.
Bu beş kişinin hepsi iyi üniversitelerden mezun olmuş, sol hareketlerde mücadele etmiş, bazıları hapis yatmış ve işkence görmüş kişilerdi. Tartışma platformlarında Ermenilerin gördüğü zulmü herkesten daha iyi anlatabilen, bir Ermeni’den daha fazla lanetleyebilen aydınlardı. Ama onların da genlerine kodlanmıştı. Gerçek bir Ermeni ile böyle bir ortamda karşılaştıklarında beyinleri ve mantıkları genlerine yeniliyordu.
Benim çocuklarım olduktan sonra, bir kez olsun atalarımdan dinlediğim hikâyeleri onlara anlatmadım. Benim ruhuma enjekte edilen kinden, nefretten, korkudan azade olsunlar istedim. Şimdi durup geriye baktığımda, çocuklarımı eğitirken en iyi yaptığım şeylerden birinin bu olduğunu görüyorum.
Bunları, Ermeni dostlarımızın da bizlerin nasıl yetiştirildiğini öğrenmeleri ve davranışlarımızın nedenlerini anlamaları için yazıyorum. Yukarıda verdiğim örneklere bir de resmi ideoloji ile kafalarımıza kazınanları da ekleyince, bizim kuşağa biraz daha anlayışla bakmalarını umuyorum.
Bizler ve Ermeniler, çocuklarımıza bu korkunç hikâyeleri anlatmaktan vazgeçtiğimizde, bu iki kadim halk arasındaki dostluk tekrar canlanacaktır. Benim torunum ile Sarkis’in torunu yana yana geldiklerinde, dedelerimizin dedeleri birbirlerini boşuna boğazlamışlar, oysa bu dünya hepsine yetermiş, diyebilecekler.
Gelin dostluk tohumlarını, en etkili okul olan ailelerimizde ekmeye başlayalım.