Ağlamak Güzeldir Beyler

0
661

Ağlamayla ilgili hatırlayabildiğim ilk anım ilkokul öncesine ait. Sanırım altı yaşındaydım. İstanbul, Fındıklı’da oturuyorduk o yıllar. Fındıklı 60’lı, 70’li yılların en nezih semtlerinden biriydi. Mahallemizde top oynayabileceğimiz arsalar, misket oynayabileceğimiz bahçeler ve bahçelerde saklanabileceğimiz kömürlükler vardı. Ne oynuyorduk hatırlamıyorum şimdi ama koşarken çok fena düşmüş ve dizlerimi kanatmıştım. Doğal olarak ağlamaya başlamıştım. Ağladığımı gören çocuklar hep bir ağızdan başladılar alay etmeye;

– Kız Hayri, Kız Hayri!

Çocukların bu tempolu alayı bana çok koymuştu. Koşarak eve gitmiş ve salya sümük durumu babama anlatmıştım. Babamın beni teselli etmesini beklerken ilk azarımı o gün işitmiştim;

– Karı gibi ağlarsan tabii alay ederler!

Ağlamakla karı-kız arasında nasıl bir ilişki olduğunu o an anlamamıştım. Benim dört ablam vardı. Kız olmak neden kötü bir şey olsun ki? Ama babam söylediğine göre dikkate almak gerekirdi, ne de olsa o her şeyi bilirdi.

İlkokula başladığımda babamın nasihatini unutmamaya çalıştım. Zaten unutmak ne mümkün, diğer çocuklar hemen hatırlatırlar. Oynarken düşüp bir yerin mi acıdı;

– Ağlama karı gibi lan…

Yaramazlık yapıp, öğretmenden dayak mı yedin, ağlamayacaksın. Yoksa hemen makaraya alırlar seni;

– Yuh olsun sana. İki tokatta başladın karı gibi ağlamaya…

Kavgada ise hiç ağlamayacaksın. Ayıpların en büyüğü bu. Sıkacaksın dişini. Evde bile ağlamayacaksın. Dayak yiyip evde ağlarsan, bir temiz sopa da annenden yersin;

– Madem kız gibi ağlayacaksın ne diye el aleme gider horozlanırsın?

İlkokul yılları böyle geçti. Canın yandı mı sıkacaksın dişini. Ağlamayacaksın. Oysa doya doya ağlayabilsen hiç şüphesiz acın hafifleyecek, ama ağlamayacaksın. Böylece fiziksel acıya karşı gözyaşlarımı terbiye etmeyi o yıllarda öğrenmeye başladım. Ama bir de yürek acısı denen bir başka acı vardı. En çok da o ağlatır insanı. Bunu terbiye etmem biraz zaman aldı.

* * *

Yürek acısı ile ilgili ilk anım Darüşşafaka’ya başladığım günle ilgili. İlkokuldan mezun olduktan sonra Darüşşafaka Lisesi’nin sınavını kazanmıştım. Mahalledeki Darüşşafaka’ya giden çocuklara çok özenirdim. Darüşşafaka yatılı olduğundan, Pazar akşamı çantalarını alır yola koyulurlar, bir hafta sonra Cumartesi öğleden sonra mahalleye gelirlerdi. Okulla ilgili türlü türlü maceralar anlatırlardı. O yıllarda Cumartesi günleri öğlene kadar okullar açık olurdu. Eylül’dü sanırım, bir akşamüstü babam “Hadi gidiyoruz” dedi. Annem bavulumu çoktan hazırlamıştı bile. Bu benim, annem ve kardeşlerimle ilk ayrılığımdı. Kapıda vedalaşırken gözlerim doldu. Tam ağladım, ağlayacağım, babam elimi öyle bir sıktı ki bunun ağlamamam için bir uyarı olduğunu derhal anladım. Boğazımda düğümlenen hıçkırıktan dolayı tek bir kelime edemeden evden ayrıldım. Oysa ağlayabilsem, belki anneme onu çok sevdiğimi söyleyebilecek, onu ağlamaması için teselli edecektim.

Fındıklı’dan bindik Fatih otobüsüne. Yol boyu hiç konuşmadım. Konuşsam ağlayacağımı bildiğinde babam da hiç konuşmadı benimle. Geldik okulun o meşhur tarihi kapısının önüne. Görevliler babamı içeri almadılar. Kapıdan beni teslim alıp, nereye gitmem gerektiğini söylediler. Ama ayaklarım gitmiyor ki, babam demir kapının dışında, ben öte tarafında durmuş birbirimize bakıyoruz. Babam bana hadi git diye işaret ediyor, ama ayaklarım gitmiyor ki. Ağlamak istiyorum ama babam gözlerime öyle derin bakıyor ki, ağlarsam onu mahcup edeceğimi düşünüyorum. Ağlamıyorum. Bu benim yüreğime ilk kez söz geçirişim oluyor.

* * *

Hepimiz ana kucağından yeni kopup gelmişiz. Hepimiz ağlamak istiyoruz ama abiler müsaade etmiyorlar;

– Ağlamayın lan karı gibi!

Eyvah, burada da ağlayana karı diyorlar. Ben erkeğim, ağlamam.

Ama erkekliğim yatakhaneye gidip, ranzanın üst katına yerleşene kadar sürüyor. Nöbetçi öğretmen lambaları söndürür söndürmez, yorganı başıma çekip başlıyorum ağlamaya. Alışmamışım, annem beni öpmeden ben uyuyamam ki.

Okula tam alışmaya başlıyoruz bu sefer de İstanbul’da kolera salgını çıkıyor. Okul karantinaya alınıyor. Okula giriş ve çıkış yasak. Tam iki ay ailelerimizi göremeden okulda yaşıyoruz. Akşam olunca herkesi bir hüzün basıyor. Bakıyorum herkes ağlayacak sote bir yer bulmuş kendisine. Kimi eski binada bir kuytu bulup ağlıyor, kimi de bekâr yaylası denilen bahçede bir ağaç dibi buluyor. Ben ise okulun sinemasında ağlamayı yeğliyorum. Film başlar başlamaz salıyorum gözyaşlarımı. Film kimin umurunda? Çoğunu seyretmezdim bile. Çıkışta, ağladın mı diye soranlara;

– Benim gözlerim bozuk, film seyredince kızarıyor, derdim.

Bu yalana bir tek can dostum Hilmi inanmazdı. Çünkü o da aynı yalanı kullanırdı. Bu yalanı ilk hangimizin keşfettiğini ise hatırlamıyorum.

* * *

İlk aşk aynı zamanda ilk ayrılıktır. Mahalleden bir kıza aşığım o yıllar. İlkokul aşkım. Ama kızın haberi bile yok. Sadece mahalleden erkek arkadaşlar biliyor. Bilmeleri lazım ki bir yanlış yapmasınlar. Cumartesi günlerini iple çekiyorum. Okul tatil olacak ve ben mahalleye koşup sevgilimi göreceğim. Zannederim o da bana ilgi duyuyordu. Çünkü benim mahalleye geldiğimi görünce bir bahane uydurup bakkala geliyor ve ayaküstü sohbet ediyorduk. Sonrası ise pencereden bakışmalarla devam ediyordu.

Bir Cumartesi yine aynı hızla mahalleye geliyorum. Evlerinde bir gariplik var. Pencerelerinde perde yok. Çocuklardan biri yanıma gelip,

– Boşuna bakınma, taşındılar, diyor.

O an dünya başıma yıkılıyor. Nereye taşındığını bilen de yok. Deliler gibi ağlamak istiyorum ama ne çare. Ağlarsam bütün karizmam çizilecek. Okulda öğretmenlere “Hocam” demeye başlamışız,  delikanlı olmuşuz artık. Ağlanır mı hiç?

Yine ağlamak için gece olmasını bekliyorum. Yatağa girer girmez yorganı başıma çekiyor ve başlıyorum ağlamaya.

* * *

Darüşşafaka’da, ortaokula başlamadan önce iki yıl hazırlık sınıfı vardır. Hazırlık sınıflarında ağırlıklı olarak İngilizce öğretilir. Orta 1’e geçtiğimizde, diğer okullardaki yaşıtlarımız Orta sona geçmiş olur. Darüşşafaka’da sistem acımasızdır. Sınıfta kalmak yoktur. Tek dersten bile sınıfta kalan öğrenci okuldan atılır. En zoru da Hazırlık 2’de atılmaktır.

Bir de Darüşşafaka’da “Abilik” denen bir kast sistemi vardır. Bir sınıf büyüğüne “abi” demen ve “siz” diye hitap etmen gerekir. Abilere karşı gelinmez, her dedikleri yapılır. İsterlerse döverler de. Şikâyet bile edemezsin.

Okul tüm giysilerimizi vermesine rağmen bazı abiler parka giyiyorlar. Hocalar ortada yokken bahçede çok güzel marşlar söylüyorlar. Ben yaşıtlarıma göre iri yapılı olduğumdan bazen aralarına kaynayıveriyorum. Devrimci hareketle tanışmam ilk böyle başlıyor. Ayrıca mahalledeki arkadaşlarım da devrimci olmuşlar. 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği haberi geliyor okula. Deniz Gezmiş uzun boylu, yakışıklı, tam bir babayiğit. Üstelik Erzurumlu, hemşehrim. Hayranım Deniz Gezmiş’e. Bu haberle yıkılıyorum.

O gece abilerin herkes yattıktan sonra yatakhane tuvaletinde anma töreni yapacaklarını öğreniyorum. Bizim yatakhanedekiler yattıktan sonra ben uyumuyorum. Kafaya koymuşum bir kere, ben de katılacağım anma törenine. Usulca kalkıp, abilerin yatakhanesine giriyorum. Hepsi ayakta ama ortalık çok sessiz. Birileri beni fark ediyor;

– Ne işin var lan bizim yatakhanede? Gidip zıbarsana kendi yatağına, diyor.

Başlıyorum yalvarmaya;

– Ben de devrimciyim abi. Üstelik Deniz Gezmiş hemşehrim. Ne olur ben de katılayım. Kimseye bir şey söylersem iki gözüm önüme aksın.

Birileri acıyor halime, bırakın kalsın diyorlar. Biraz sonra tuvaletlerin koridorunda toplanıyoruz. Sol yumruklar havada. Bir abi bir şiire başlıyor;

Ölenler dövüşerek öldüler,
Ölenler güneşe gömüldüler.
Akın var akın,
Güneşe akın
Güneşi zapt edeceğiz,
Güneşin zaptı yakın.

Şiirin her bir mısraını ayrı bir kişi söylüyor. İlk kez duyduğum bu şiir öyle bir duygu seline boğuyor ki beni başlıyorum ağlamaya. Saygı duruşu biter bitmez abilerden biri enseme okkalı bir tokat patlatıyor;

– Bir de devrimciymiş. Devrimci ağlar mı lan!

Anlıyorum ki devrimci olunca da ağlanmayacak. Olsun ağlamam ben de…

* * *

Erkeklerin ağlamaması gereken ne çok şey varmış. Büyüdükçe ağlamamam gereken şeyleri öğrenmeye başlıyorum.

Mesela ölüye de ağlanmazmış. Ölünün arkasından ağlayanlara kızardı babam. “Ruhunu incitmeyin rahmetlinin, hayırla anın”, derdi. Hasan Amcam öldüğünde de ağlamadı. Aslında ailenin hiç bir erkeği ağlamadı. Ama hepsinin gözlerinde öyle bir hüzün vardı ki, ağlasalar bu kadar acıklı olmazlardı. Kadınlar ise bağıra çağıra, dövüne dövüne ağlayabiliyorlardı. O gün çok özenmiştim onlara.

Ölüm karşısında gözyaşlarımı frenleyebilme yeteneğim daha sonraki yıllarda da çok işime yaradı. Darüşşafaka’dan yeni mezun abilerimizden Muharrem’in, Ali Fuat’ın ve Ertuğrul’un cenazelerinde ağlamadım. Ölen diğer devrimci arkadaşların cenazelerinde de ağlamadım. Hem erkek hem de devrimci olunca ağlanır mı?

Yalnız bu konuda bir istisnam var. Can yoldaşım Güven Yılmaz’ın cenazesinde tutamadım gözyaşlarımı. Güven’le Fındıklı’dan arkadaştık. Daha sonra Kavacık’a taşındık. Evlerimiz aynı bahçe içindeydi. Hem sırdaşım hem de yoldaşımdı. İTÜ’den mezun olduğu gün, ablasının çalıştığı bankanın kapısına park ettiği için jandarma tarafından vurulmuştu. Tabutunu taşırken hem ağlamış hem de kendime söz vermiştim; Bir oğlum olursa adını Güven koyacağım.

Tanrım bana sözümü tutma şansını verdi. Şimdi oğlum Güven 22 yaşında.

* * *

Çaktırmadan ağlamayı da öğrendim zamanla. Ama istediğin kadar çaktırmamaya çalış, annelerin gözünden kaçmıyor ağlaman.

Oğlum Güven prematüre doğmuştu. Çok küçüktü. İki aylıkken zatürre geçirdi. Hastaneye yatırdık. Odasında, kafasından serum verdiklerini gördüğümde dünya başıma yıkıldı sanki. Koridora çıkıp, banklardan birine oturdum ve başımı ellerimin arasına alıp ağlamaya başladım. Annem de yanıma gelip oturdu. O da ağlıyordu. Ama o saklamıyordu.

Koridordan geçmekte olan bir doktor, sert bir ses tonuyla;

– Ne ağlaşıyorsunuz burada, diye çıkıştı bize.

Öyle ya hastanede de ağlamamak gerekirdi. Annemin cevabını hiç unutamıyorum;

– O ağlıyor oğluna, ben ağlıyorum oğluma.

Anne ve babamın ölümlerinde de ağlayamamıştım. Ne de olsa evin tek erkeğiyim. Herkesin sorumluluğu üstümde. Ben sağlam durmalıyım ki, kardeşlerime sahip çıkabileyim. Oysa hıçkırıklarla ağlamayı o kadar çok istiyordum ki. Bunu da, birer gece mezarlarına giderek hallettim. Gece mezarlığa benden başka hangi deli gelecek ki? Oturup mezarın başına doya doya ağlamıştım.

* * *

Hayatım hep gözyaşlarımı frenleyerek geçti. Yaşlandıkça ağlamamaya alışırım diye düşünüyordum. Tam tersi oldu. Yaşlandıkça ota boka ağlamaya başladım. Öyle ki, TV dizilerine bile ağlar oldum. Tabii çaktırmamak kaydıyla.

‘Hatırla Sevgili’ diye bir dizi var TV’de. Eşimle müptelası olduk, her Cuma bu diziyi izliyoruz. Tam bizim gençliğimizi, çektiğimiz acıları anlatıyor. Üniversitede yaptığımız boykotları, işgalleri görüp hatırlıyoruz. Maraş, Çorum gibi katliamları görüp hatırlıyoruz. Ölen arkadaşlarımızı birer birer görüyoruz dizide. Duygulanmamak, ağlamamak mümkün mü?

Eşim gayet rahat ağlayabiliyor diziyi seyrederken. Ben de ağlıyorum ama çaktırmadan. O da ağladığımı biliyor ama fark etmemiş gibi davranıyor. Ağladığımın fark edilmesinin beni inciteceğini düşünüyor. Oysa;

– Ne sıkıyorsun kendini be adam, ağlasana içinden geldiği gibi, dese hemen kendimi salacağım.

Ama demiyor…

* * *

Rahmetli annem sindirim sistemi kanserinden ölmüştü. Doktorlar beni de risk grubunda gördüklerinden yaklaşık on senedir rutin olarak bana endoskopi ve kolonoskopi yapıyorlar. Bu tetkikleri yapmak için beni narkozla uyutuyorlar. Narkozdan uyunmak bela bir iş, uyanırken bilincin tam yerinde olmadığından söylemek istemediğin her şeyi söyleyebilir, tüm sırlarını ifşa edebilirsin.

Aslında insanın karakteri tam olarak narkozdan uyanırken belli oluyor. Çok beyefendi olarak tanıdığın birini narkozdan uyanırken ana-avrat küfrederken görebilirsin. Ya da eşine çok sadık olduğunu bildiğin birinin uyanırken çapkınlıklarını anlattığına da şahit olabilirsin.

Bu sefer ben farklı uyanmışım. Eşim ağlayarak uyandığımı, annemi sayıkladığımı söyledi.

– Söyleyin anneme bir şeyim yok, ağlamasın, diyormuşum.

Yıllardır yüreğime hapsettiğim göz yaşlarım, mal bulmuş mağribî gibi fırsatını bulunca çağlayıp çıkmışlar orta yere. Bir anlamda, ruh ile bilincin yıllar süren bir hesaplaşması sanki. Ruh, bilince isyan ediyor.  Ben de artık ruhumu özgürleştirmeye karar verdim. Bundan sonra gözyaşlarıma vurduğum prangaları söküyorum. Canımın istediği zaman, istediğim yerde, tek başınaymışçasına ağlayacağım.

Ruhunuzu özgürleştirmek için ağlama lüksünü kadınlara bırakmayın beyler. Ağlamayı öğrenin artık. Tanrım ağlatmasın sizleri ama canınız ağlamak istediğinde de ağlayın doyasıya.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here