VAHDETTİN ARSEVEN

0
171

 

  

VAHDETTİN ARSEVEN

345 ÇITIR

1931-1940

  

6 yaşımda annemi, 10 yaşımda da babamı kaybettim. Abim benden 10 yaş büyük ve biz iki kardeş kaldık. Yani çocukluğumuzdan beri çamaşır bulaşık, yemek, temizlik hepsini yaptık, becerdik.

Fatih’te oturuyorduk, 1930’da babam öldüğünde komşular beni götürüp Darüşşafaka’ya kaydettirdiler, imtihanına girdim. Kazanamadım. İlkokul 3. sınıftan 4. sınıfa geçmiştim, böylece 4. sınıfı da Çarşamba’daki Hayriye Mektebi’nde okudum. Babam öldü, yetim kaldım diye müdür o yıl benden ücret almadı, parasız okudum. 5’e geçince tekrar Darüşşafaka’nın imtihanına girdim, bu sefer kazandım. Bir sene evvelki imtihanda Kemal isminde bir arkadaşım vardı; sonradan doktor oldu, o da benim durumumdaydı. İmtihanı kazanamamıştı. O sene o da kazandı imtihanı. Falan gün  kura çekimine geleceksiniz dediler, biz de iki arkadaş gittik. Kalabalıktı, kadınlar-erkekler-çocuklar… Kayıt numarasına göre çağırıyorlar. Kuralar çekildi, çekildi… O gitti, bu gitti, “Kura bitti” dendi. Ne Kemal ne de ben çağırılmıştık. Başladık orada iki arkadaş ağlaşmaya. Rıfkı Bey isminde bir hocamız vardı, çok sevdiğimiz mükemmel bir insan, bizi gördü yanımıza geldi,

– “Ne oldu? Ağlamayın çocuklar, dünyanın sonu değil” dedi.

– Hocam biz kura çekmedik.

– Nasıl çekmediniz?

Ve bizi aldı masanın başına götürdü, orada baktılar numaramıza;

– Gelin bakayım, siz kura çekmeden okula kabul edilmişsiniz.

Sonra Müdür Ali Kami Bey kalktı, yanımıza geldi;

– Siz geçen sene müracaat etmişsiniz, kazanamamışsınız, ikiniz de hem annesiz hem de babasızsınız fakat bu seneki imtihanda çok muvaffak olduğunuz için siz kura çekmeden okula alındınız, dedi.

Her öğrencinin kafa dengi bir arkadaşı vardır. Her türlü yaramazlığa ortak olan…

Okuldaki yaşamda arkadaşlar aralarında anlaşarak kafa uygunluğu bakımından ayrışırlardı; bu, bir gruplaşma gibi olurdu. Biz de Turgut ve ‘Doktor Aziz’le üçümüz hep bir aradaydık. Genelde birlikte gezer, sinemaya şuraya buraya giderdik.

 

Bir 6. sınıfta bir de 9. sınıfta. Neden kaldım sınıfta? Haylazlıktan, ders çalışmamaktan. İzinsizlik cezası, sadece dersten değil de ahlak bakımından da verilirdi. Ahlak bakımından verildiği zaman tasdikine kadar denirdi. Yani ilanihai belli değil. Benim öyle bir durumum olmadı.

 

Abim olduğu için evci çıkardım, hafta sonları eve giderdim.

 

*****

 

 

Hem Çıtır hem de Hain…

 

 

Ben ilkokula 1928’de başladım, Fatih Çarşamba’da eski yazıyla okudum. Bütün mektep arkadaşlarım ‘Hain Vahdettin’ derlerdi bana, çünkü Padişah Vahdettin düşeli 5 sene olmuştu, olay sıcaktı. Hain Vahdettin aşağı Hain Vahdettin yukarı…

 

Darüşşafaka’daki 2. senemde 6. sınıfta (Ben 5’ten başlamıştım) bir üşütme nedeniyle titriyordum, arkadaşlarımdan biri “Gel seni revire götürelim” dedi. Revirde de ‘Emine Anne’ dediğimiz hemşire var;

 

– Nen var senin?

 

– Üşüyorum

 

– “Aaaa.. Çıtır pıtır bir çocuk bu” dedi.

 

Yani biraz ufak tefekçeydim, o ‘Çıtır’ adı oradan kalma. Beni hastaneye yatırdı, doktor tedavi etti, iyileştim. Fakat bünyem biraz zayıftı. Her sene okulun doktoru bizleri iki kere baştan aşağı muayeneden geçirirdi. Zayıf gördüklerini de nekâhathane (dinlenme) salonumuz vardı, orada birer hafta yatırırdı. Yemek olarak karavanaya ilaveten ekstralar olurdu; muhallebi, külbastı, patates püresi falan. O bir haftada biz, güya toparlanıp kilomuzu alırdık.

 

Doktorumuz Salim Ahmet Çalışkan iriyarı, kuvvetli bir çocuk görünce; “Yaa.. Bu çocuk, develerle güreşebilir!” derdi.

 

*****

 

“Gel bakalım”

 

 

Bir yılbaşında çocuklarla konuştuk; Aziz ve Turgut’la, Şehzadebaşı’nda kahveye gideceğiz. Orada oyun oynuyoruz. Okuldan çıkarken mermer merdivenlerin kenarında iki tarafta birer pencere var, o pencerelerin ispanyoletlerini yarım çeviriyoruz. Dışardan itildiği vakit bir kanadı açılıyor, ordan bööle yavaşça giriyoruz içeriye. O gün de öyle yapıp kaçtık okuldan. Saat gece bire doğru döndük okula. Bir merdivenin üzerinden çıkılıyor, tırmanıyoruz sonra da üç metreden yüksek bir yerden atlıyoruz. Yerde de kar var.

 

Turgut çıktı atladı. Aziz de çıktı atladı. Atlayanın işi bitince “Geeel” diye bağırıyoruz. Hani üzerine atlama ihtimalimiz var, onun için. En sondayım, sıra bana geldi, ses seda yok. Bekledim, ses gelmeyince kendimi yukarı çıkardım, sonra atladım. Kalınca bir ses, “Gel bakalım” dedi. Baktım, Rıfkı Bey. Turgut ile Aziz’i de orada tutmuş, sessizce karda bekleşiyorlar. Rıfkı Bey ders veren muallim değildi, nöbetçi muallimdi. Herkes tarafından çok sevilirdi. Bizi yakalamıştı, ufak tefek cezalar verdi.

 

Kumarın yavrusu diyelim, bir oyuna dadandık. İki zar atılıyor, zarların yekünü kimin yüksekse o kazanıyor. Elimizde 3-5 kuruş para var, onlara oynuyoruz. Yere çömelmişiz; oyun kızışmış, yerde dört-beş tane beş kuruş birikmiş. Hırs var, arkadaşıma “Hadi nereye atacağım?” diyorum. Ses yok. “Hadi yav, nereye atacağım?” diyorum. Arkadaş böööle bakıyor. Kalktım bir baktım ki Rıfkı Bey tepemizde. Hızlıca da vururdu; “Geeel bakalım…” dedi. Yakamdan kaptı; bir tokat vurdu, duvara çarptım. Tabii yaş ufak, 7. sınıfta 14 yaşındayım. Kafama bir şey olmadı. “Ver bakayım parayı” dedi, verdik.

 

Bir ceza vermedi, sonra da parayı iade etti. Yalnız; “Çocuklar, insan kumara bu yaşta alışır, bir daha oynamayın, yoksa bu, böyle gider” dedi. Ben de hayatımda bir daha hiç oynamadım. Bitti.

 

(Eğitim cezayla olmaz. Otuzlu yıllarda bile Darüşşafaka’da bu anlayışta öğretmenler mevcut.)

 

 

*****

 

Söndürün sigaraları!

           

 

O zamanlar Fatih’te Malta Çarşısı’nda kaçak tütün, sigara satanlar vardı. ‘Asker’ ve ‘Köylü’ sigarası. Asker sigarası İnhisar (Tekel) tarafından üretilip orduda askere verilen sigaraydı. 4 kuruş Asker sigarası, 5 kuruş Köylü sigarası idi. Fakat Köylü sigarası Asker sigarasından daha lezzetli ve daha iyiydi. Hem de şehirde satılmayan bir sigara idi. Orta sondayım, 15 yaşında. Abim işe girdi, memur olmuştu. Haftalık 3-5 kuruş para verirdi. Ben o aralık okulda bekâr kalıyorum. Paramız olmadığı halde, gider bu kaçakçılardan 3’er, 4’er paket 20 kuruşa alırdık ve o dört paket bizi bir hafta idare ederdi. Bir cumartesi günü iki arkadaşımla beraber alt katta müdürün odasının bulunduğu koridordan bir yere gidiyorduk. Elimizde de sigara.. Aniden esas kapısından değil de koridorun başlangıç kapısından Ali Kami Bey’in geldiğini gördük. Şöyle 3-5 metre mesafeye gelince elimizdeki sigaraları gördü. Hemen;

 

– “Durun bakalım, söndürün sigaraları!” dedi.

 

Bende sigara vardı, öbür arkadaşta yoktu. Bana,

 

– “Gel bakalım odama” dedi.

 

Gittik, odasına girdik. Koltuğuna oturdu,

 

– Ver içtiğin sigarayı!

 

O gün de Yenice ismindeki sigara vardı bende. Çıkardım kutuyu verdim. Tabii titriyorum. Bakalım ne ceza alacağız? Masasının en alt gözünü çekti,

 

– Bak burada 2-3 kutu daha var, görüyor musun? Baktım,

 

– Gördüm efendim.

 

– İsmin, numaran? Söyledim. Kutunun üzerine yazdı,

 

– 345 Vahdettin Arseven! Sana şimdi ceza vermiyorum. Sen şu andan itibaren sigarayı bıraktın. İki sene sonra mezun olacaksın. Buraya geleceksin ve bana diyeceksin ki “Efendim, ben vaktiyle sigara içerken yakalandım. Şuraya şu göze benim sigara paketimi koydunuz. Sigarayı da bıraktım, içmiyorum zaten. Bu paketi de bana verin” diyeceksin. Ben de sana vereceğim.

 

Ama o olayı neticelendirmek kısmet olmadı. Çünkü Ali Kami Bey 38’de okuldan ayrıldı.

 

 

(Ali Kami Bey gibi bir müdürümüz olsa belki ben de sigaraya alışmazdım.)

 

*****

 

 

Darüşşafakalı ekmeğini taştan çıkartır…

 

Abimle ben anasız-babasız büyüdük ya, babam daha sağlığındayken abimi PTT’ye telgraf memuru olarak yerleştirmişti. Ben Darüşşafaka’ya girince, 31-33 yıllarında askere gitti. Ben de okulda bekâr kalmaya başladım. Abim Selimiye’de askerliğini yaparken yazısı güzel olduğu için taburun yazılarını yenileme görevi verilmiş. O işi yaparken Türkiye’nin ikinci büyük fabrikasının sahibi, Şark Şekerleme ve Çikolata Fabrikası’nın sahibiyle tanışıyor. Abimden yardım istiyor; “Senin binbaşıyla aran çok iyi. Fabrikayı ben idare ediyorum, bana bir izin uydur” diyor. Abim de binbaşıya söylüyor. Binbaşı, “Ne isterse yapsın” diyor ve abim adama devamlı izin yazıyor. Bunun üzerine aralarında bir arkadaşlık doğuyor ve “Askerliğini bitirince gel benim fabrikama, çalış” diyor. Abim orada çalışmaya başlıyor.

 

Ben de ortaokula başladığımda, abim bana yazları “Gel bizim buraya. Hem 5-10 kuruş para kazanırsın hem de bir şeyler öğrenirsin” deyince okulda okuduğum halde çalışmaya başladım. Liseyi bitirinceye kadar yazları tatilde çalışarak, muhasebecilik yaptım ve muhasebeciliği bayağı iyi öğrendim. Üniversiteye gittiğim vakit de öğleye kadar okul, öğleden sonra fabrika ve bu şekilde kendimi kurtardım.

 

*****

 

Aaaçç.. Mehmet ağaaa…

 

 

Yedi kurnası vardı. On dört kişi bir posta girilirdi ve ikişer kişi otururduk. Okulun mevcuduna göre ayarlanmıştı. Hamamı idare eden Mehmet Ağa vardı. Bir gözü de hastalıklıydı. Sanırım trahom veya başka bir şey, gözünden ufak ufak su akardı. İçerde yıkanma süresi yarım saatti. Beş dakika giyinme, beş dakika soyunma, yıkanma işinin 40 dakikada yetişmesi gerekiyordu. Biz içeriye girdik mi bağırırdık: “Aaaçç.. Mehmet ağaaa…” Sıcak suyu biz bağırmadan açmazdı. Daha sonra duş tertibatı yapıldı. Yani bir hafta içinde bir sıcak duş, bir de hamam olurdu.

 

(Mehmet Ağa, bizim dönemimizdeki Tahir Efendi’ye ne kadar da benziyor.)

 

Okulda sosyal yaşam fevkaladeydi. ‘Atatürk Cumhuriyeti’nin hızı vardı. Müzik hocalarımız Eyüplü alaturkacı meşhur Zekai Dede Efendi’nin oğlu Ahmet Efendi ve Kazım Uz idi. Ahmet Efendi hocamız güzel piyano çalardı. Solfejde üzerine yoktu. Arkadaşlarımız da çoğunlukla kolay geldiği için manço (mandolin) çalardı. Arkadaşlarımızdan kendi çaplarında müzisyen yetişenler oldu. Bir tanesi de meşhur Celal Akatlar’dı.

 

Kurban Bayramı’nın birinci günü rozet dağıtmak Darüşşafaka’ya Osmanlı döneminden verilmiş bir haktı. Bu sistem şimdi yok. Birisi sepet içinde iğneli rozeti hazırlar, birisi de elindeki kumbaraya para alırdı. Kurban Bayramı’nda birinci gün Darüşşafaka günüydü. Okulda bu görev iptidai olanlara verilirdi. Mesela 50’şerden iki grup 100 kişi ayrılır ve İstanbul’da dolaşırdı.

 

Okulumuzun karşısında Cumhuriyet Kız Lisesi vardı, ordaki kızlara takılırdık. Mahallemizdeki kızlarla da rahatça konuşur, onlarla sinemaya, dansa falan giderdik. Hem de tango, vals… Bir de o vakit ‘foksfrot’ derdik, hızlı bir oyun sistemiydi. Yeni dansların başlangıcında tam hızla dans ederdik.

 

*****

 

Kapuska olayı…

 

Çok iyi arkadaşım Aziz Çöl; kapuskayı, ıspanağı katiyen sevmezdi. Ama lahananın da dolmasını yapamazlardı ki 500 kişiye, tabii ki kapuska yapacaklar. 10. sınıftaydık, bir gün karavanada yine kapuska var. Aziz kızdı;

 

– “Ben bu kapuskayı müdürün penceresinden içeriye atacağım” dedi ve attı. Sonra bunu yapanın kim olduğu arandı, tarandı ve bulundu. İnanır mısınız Ali Kami Bey hiç ceza vermedi.

 

– Ne istiyorsun oğlum? dedi.

 

– “Efendim benim istediğim, yemek listesini biz yapalım” dedi. Bunun üzerine bir müddet yemek listelerini talebeler yapmıştı.

 

Ali Kami Bey müthiş bir insandı. Sanırım Darüşşafaka kurulduktan 10-12 sene sonra Darüşşafaka’yı bitirenlerden. Devlet, onu Almanya’ya gönderiyor ve orada pedagoji tahsili yapıyor. Pedagog olduğu için çocuk ruhunu çok iyi anlayan bir adamdı. İngilizce ve Fransızcası da vardı. Benim bildiğim kadarıyla Atatürk bu zatı çok severdi. CHP’nin Fatih İlçe Başkanı olduğunu da biliyorduk.

 

(Cesarete bakın. Bir tabak kapuskayı müdürün penceresinden içeri atmış. Ama asıl önemlisi, o mübarek kişinin tavrı…)

 

*****

 

Her Türk asker doğar!

 

9, 10, 11. sınıf talebelerine yazın 15 gün, devlet tarafından askeri elbise, tüfek, malzeme verilir, onlarla talim yapılırdı. Bütün Türkiye’de lise ve üniversite talebeleri giderdi bu talimlere. Yazın okullar kapanınca, haziran veya temmuz başında bütün askeri tabirleri öğrenirdik. Kampın sonunda münasip yerlere giderek, tüfekle, silahla atış talimi yapardık. Çok çok eski dönemlerden kalma mermiler varmış, bize bir gün onları verdiler. Üzerimize taktık o bağları. İnsanın vücudunu aşağıya çekiyor, tüfeğin mekanizmasını kullanıyoruz, kimisi çalışıyor kimisi çalışmıyor. Ve gittik, onları bitireceğiz diye bütün gün uğraştık.

 

Yine böyle bir talim sırasında, asker hocamız Kurmay Yüzbaşı Şadi Bey, bizi kumanyalarımızla yürüyüş yaptırarak Bostancı’daki Çamlık mevkiine götürdü. Hemen aşağısı deniz… Akadaşlar “Denize girelim” dediler ve girdiler. Yüzbaşı Şadi Bey, “Ben de girsem” dedi. Mayo aradılar, bulamadılar. Ben de yakınındaydım; “Efendim ben vereyim” dedim. Çıkardım mayoyu verdim. Daha denize girmemiştim, temizdi. Yün, yeşil renkli bir mayo… Şadi Bey mayoyu giydi ve denize girdi.

 

*****

 

Bizim kurtarıcımız devlet memurluğu idi.

 

           

 

Bizim okuduğumuz senelerdeki Darüşşafaka ruhu, his, bağlılık bugün için benim nazarımda yoktur.

 

Bir defa bizim zamanımızın çok büyük tesiri var bunda. Ders veren 50 tane hocamız varsa bunun 30 tanesi bedava gelip çalışırlardı. Yani Darüşşafaka’ya hizmet edelim diye. Bunun, insanların psikolojisi üzerinde çok büyük etkisi olurdu. Şimdi hocalar kaç para alacağım diye bakıyor. O da hakkı ama o zamanlarki düşünceler öyleydi.

 

Bizim zamanımızda Kurban bayramlarında 300-400 koyun gelirdi. O vakitler İstanbul’un nüfusu 500 bin ancaktı. Ben de iş hayatıma atıldığım zaman devam ettirdim bu geleneği. Arkadaşlarıma da bağışlatırdım. Aziz arkadaşımın eniştesi kabzımaldı. Arabayı dayardı okulun kapısına, hoop karpuz, hooop üzüm. Boşaltırdı kamyonu. Böyle bir yardımlaşma vardı.

 

Talebelerden benim okuduğum dönemde her sene bir-iki fire verirdi; okuldan ayrılan, zorla ayırılan falan. Kırk girildiyse bitirene kadar belki yarıya inerdi. Benim sınıfımdan 30 kişi bitirdiyse bunlardan 4 kişi profesör çıktı, 4 tane hukukçu, hâkim, iktisatçı… O vakitler orman ve ziraat mühendisleri çok revaçta idi memleketin gelişimi bakımından. Darüşşafaka’dan çıkanlar yetim olduğu için de üniversiteleri bitirmeleri lazım, bu yüzden devlet tarafından eğitimde destekleniyorlardı. Yani üniversite eğitimi bedava idi. Bu yüzden çok mühendis yetiştirdik.

 

(Her Darüşşafakalı kendi dönemini önemser ve günümüz Darüşşafakası ile mutlaka karşılaştırır.)

 

Bizim zamanımızda şimdiki gibi piyasaya atılmak, serbest meslek gibi şeyler yoktu. Yani memlekette ekonomi yeni yeni gelişiyordu ve bizim gibi baldırı çıplaklar gidip de hangi parayla iş yapacaktı ki? Bizim kurtarıcımız devlet memurluğu idi.

 

Hukuk fakültesini bitirip iş hayatıma atıldığım zamanda Darüşşafakalı arkadaşlarımla hep görüştük, ailece gidip geldiklerimiz vardı, bağımızı hiç koparmadık. Okula da yıldönümlerinde gider, tüm arkadaşlarımızla o zaman görüşürdük.

 

Mahalleden kız arkadaşım vardı, onunla birbirimize yakındık. İstanbul Kız Lisesi’nde okurdu. Ben askere gitmeden evlendik. Bir çocuğumuz olmuştu. 2. Dünya Savaşı sıralarıydı, 1943. O aralık eşimi de Elazığ Ağır Ceza Mahkemesi’ne tayin ettiler üye olarak ve doktor olmadığı için çocuğumuzu orada kaybettik.

 

Çankırı Kurşunlu’ya verdiler beni. Bulunduğumuz alay lağvoldu, subayları dağıtıyorlar. Ankara’da Darüşşafakalı Feridun vardı, eniştesi Milli Müdafaa’da Zat İşleri Genel Müdürü’ydü. Beni Ankara’ya getirttiler.

 

Ankara’da 28. Tümen Tanksavar Taburu’ndayım. Bir gün tümen kumandanı bizi teftiş edecekmiş. Hepimiz teğmeniz; toplandık, bekleşiyoruz. Kumandan geldi, yanında biri var. Tümen kurmay başkanı, onu tanıyorum, kimdi derken Şadi Bey’i tanıdım. Sonra Şadi Binbaşı’yla konuştum, kendimi Darüşşafaka’daki mayo meselesini anlatarak hatırlattım. Çok yakınlık gösterdi, beni emir subayı yaptırdı ve askerliğim çok rahat geçti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here