Bu yazacaklarım hakkında elimde hiçbir istatistiki veri yok. Tamamen gözlemlerime dayanarak bu tespiti yapıyorum; Türk halkı mutsuz.
Çok çabuk moralimizi bozuyoruz. Hatta mutsuz olmayı seviyoruz da denebilir. Hüzünlenmenin keyfini yaşarken bile uzatıp, mutsuzluğa kapılarımızı kolayca aralıyoruz. Gittikçe arabesk bir halk haline geliyoruz. Araplar bile arbesk müziği bizim kadar çok dinlemiyor.
Mutsuzluğumuzun yaşadığımız ekonomik sıkıntılarla pek ilgisi yok. Mutsuzluğumuz, siyasal krizler ve terörle de alakalı değil. Bu koşulları bizden daha ağır bir şekilde yaşayan halklar var. Ama onlar bizim kadar mutsuz değiller. Coğrafik koşulları ise hiç saymıyorum bile. Böyle cennet gibi bir ülkeden dünya da kaç tane var ki?
Peki öyleyse neden çok çabuk mutsuz oluyoruz?
Cevabı basit; Türk halkı günlük konuşma dilinde iki kelimeyi çok az kullanıyor. Oysa mutluluk bu iki sihirli sözcükte yatıyor. Bunlardan birincisi , özür dilemek.
Ulus olarak birbirimizden özür dilemeyi pek sevmiyoruz. Özür dilemek sanki sadece suçluluğu kabullenmek anlamına geliyor. Özür dilemek, kişiliğimizden ödün vermişlik duygusu yaratıyor. Özür dilediğimiz kişi karşısında ezileceğiz, alçalacağız duygusu yaratıyor bizlerde. Özür dileyenleri de zayıf karakterli, korkak, ezik insanlar olarak algılıyoruz.
Özür dilemekle ilgili hatırlayabildiğim ilk deneyimim ilkokul birinci sınıfa ait. Sınıf arkadaşlarımdan biri ile dalaşmış ve onu ağlatmıştım. Aslında karşılıklı bir dalaşmaydı. Sonuçta ağlayan o olduğu için suçlu da ben olmuştum. Öğretmen dersin hemen başında kulağımdan tutup tahtanın önüne getirmiş ve arkadaşımdan, tüm sınıfın huzurunda özür dilememi istemişti. O an anladım ki özür dilemek aynı zamanda cezalandırmak anlamına da geliyor. Oysa ağlayan çocuk da en az benim kadar suçluydu. O zaman niye ben özür diliyorum, diye düşünmüştüm. Öğretmenin tüm ısrarlarına karşı özür dilememiştim. Öğretmen, kulak çekmenin dozunu her, “Özür dile”, deyişinde artırmasına rağmen kullanmadım bu kelimeyi. Halen bile, her özür dileyişimde kulağımda o acıyı hissederim.
Özür dilemeyi bilmediğimiz için sıkça kavga ediyoruz. Basitçe çözülebilecek hataları bile, sırf özür dilememek uğruna kavgaya dönüştürebiliyoruz. Kalabalık bir caddede yürürken birine kazayla omuzunuz mu çarptı, önce sert bir bakışma olur. Sonra, “Ne bakıyorsun, tanıyamadın mı” klasik cümlesi ve sonunda başlar yumruklar konuşmaya. Oysa, taraflardan biri özür dilerim dese bitecek olay. Ama bu özürün ardında suçu kabul etme, korkma, ezilme gibi bir sürü başka anlam var. Yakışır mı bize !
En çok da trafikte yaşarız bu sözcüğün eksikliğini. Hatalı sollama mı yaptın, hiç umursamayacaksın. Hatta seni uyarana, biraz kibarsan el işareti, değilsen camı açıp küfür edeceksin. Sonra o da sana küfür edince, arabadan inip aşağıya, Allah ne verdiyse girişeceksin. Türkiye’de beyzbol oynanmamasına karşın, her arabada bir beyzbol sopası olmasının nedeni, özür dilerim cümlesinden nefret etmemizdendir. Oysa, özür dilerim anlamına gelen, elini biraz yukarıya kaldırıp, biraz da gülümsemen çözecek işi. Ama olmaz. O zaman hatanı kabul etmiş olursun. Daha da önemlisi karşındakinden tırsmış olursun. Ona bu böbürlenme zevkini vermemek lazım.
Aslında aile ortamımızda da pek özür dilemeyiz. Aile ortamında özür dilemek, genellikle, “şimdi kavga edecek ruh halinde değilim”, ya da “kavgayı uzatmayalım” anlamına gelir. Eşlerden biri eve geç mi geldi, önce kısa bir tartışma yaşanır, sonra kavgayı uzatmamak için özür dilenir. Oysa daha içeri girdiğinde peşinen özür dilense muhtemelen dırdır olmayacak. Ama o zaman kafadan kusurlu taraf durumuna düşmek söz konusu. Yakışmaz!
Aile ortamındaki özür, bazen de kavganın boyutuna göre değişir. Kavganın gidişatına göre, eşlerden biri diğerine karşı ciddi bir yaptırım (!) uygulayacak duruma gelirse, “Tamam ya, özür diledik ya işte” repliği çıkıverir ortaya. Aslında bu tamamen ürkmenin, geri atmanın yansımasıdır.
Özür dilemek çoğu kez barışma aracı olarak kullanılır. Doğru kullanıldığında çok mutlu sonuçlara yol açar. Ama bir de zorunlu barışmalara vesile olur ki, genellikle karakolda uygulanır. Kavga ettiğin kişinin ağzını burnunu kırmış, karakolluk olmuşsun. Polis, “Yine iş çıktı başımıza” diye düşünüp orta yol bulmaya çalışıyor. Şikayetçiye prosedürler ve bürokratik işlemler anlatılıp, vaz geçirmeye çalışıyor; “Seni dövdü diye onu tutuklayamayız. Savcı nasıl olsa salıverecek. Sonra seni bir daha döverse ne olacak?”. Şikayetçinin gözü iyice korkmuştur. Sıra sana gelir; “Hadi özür dile de zabıt tutmayalım boşuna”. İstemeyerek özür dilersin. Çünkü bir anlamda özgürlüğündür bu kısa cümle.
Bu iki kelimelik cümle yerine, aynı anlama gelen “Pardon”u kullanmak daha çok işimize gelir. Her nedense pardon kelimesinin arkasına bu kadar çok anlam yüklememişiz. Üstelik delikanlılığın raconuna da ters değil. Pardonun bir üst versiyonu ise,”Kusura bakma”dır. Bir de aynı anlama gelen mimik ve işaretler geliştirmişiz. Örneğin, sağ elini kalbinin üstüne getirip, kafanı da hafif sağa eğdin mi özür dilemiş olursun. Bu hareketi çekerken sol gözünüzü de kapatmayı ihmal etmeyin. Pekiştirici bir rol oynar.
Gelelim diğer sihirli cümleye. Aslında o da iki kelimelik, kısa bir cümle. Söylendiğinde hayatı güzelleştiriyor. Ayrıca melodik de. Dinleyin bakın kulağınıza nasıl gelecek; “Teşekkür ederim”.
Hoş değil mi?
Teşekkür etme alışkanlığı da çocukluğumuzdan başlıyor. Aile içinde büyüklerimiz birbirine teşekkür ediyorsa, bu kelimeye alışmamız daha kolay oluyor. Ama maalesef bu kelimeye de farklı anlamlar yüklemeyi becermişiz. İlk aklıma gelen anlam “Yalakalık” oluyor. Eşine, yaptığı yemekten dolayı teşekkür eden kişiye mutlaka yalaka gözüyle bakarız. Çünkü yemek yapmak olağan bir iş, bir görevdir. Oysa teşekkür bir çıkar ilişkisi aracıdır. Örneğin, eşine pahalı bir hediye alan adama teşekkür edilir. Dikkat edin, sevgiliye ya da metrese daha kolay teşekkür edilir. Ama eşe edilmez.
Okulda, bize pek çok şeyi öğreten öğretmenlere değil, hak etmediğimiz bir notla bizi sınıfta kalmaktan kurtaran öğretmene teşekkür ederiz. Ya da, önce zorluk çıkarıp, sonra işinizi halleden memura teşekkürlerimizi sunarız. Bu teşekkürlerin ardında hep yağcılık ve yalakalık ve çıkar ilişkisi vardır.
Teşekkür kelimesini samimi bulmayız. Nedense bu kelimede bir resmiyet vardır. Onun yerine ikame eden kelimeleri daha çok kullanırız. “Sağol abi” demek daha samimi ve içten gelir. Çoğu zaman da aferin deriz. Ne de olsa bu kelime, söyleyene bir üstünlük sağlar. “Yaptığını değerlendirip, seni aferinle taltif ettim” anlamına gelir. Çocuğuna başarılı karne getirdi diye teşekkür eden kaç aile tanıdığınızı bir düşünün hele. Bir ebebeyn çocuğuna hiç teşekkür eder mi? Aferin der sadece.
Teşekkür etmek biraz da üst sosyo ekonomiye özgü bir alışkanlık olarak algılanır. Daha yumuşak, daha sosyetiktir. Racona uymaz. Halk çocuğu sert olmalıdır. Memnuniyetini “Eyvallah” diyerek belirtir. Eyvallah dediğimiz zaman hem teşekkür etmiş, hem de karşımızdakini kendi seviyemize çekerek statü bahşetmiş oluruz.
Teşekkür ve özür kelimelerini sıkça kullanmaya başladığımızda mutluluğumuzun pekişeceğine inanıyorum. Hadi en yakın çevremizden, eşlerimizden, çocuklarımızdan ve arkadaşlarımızdan başlayalım. Aslında hepimiz hak ediyoruz bu sihirli sözcükleri.