Bir önceki yazımda, erkeklerin ağlamakla/ağlayabilmekle ilgili yaşadığı sıkıntıları dile getirmiştim. Erkeklerin yaşamındaki tek kısıtlama ağlamakla ilgili olsa şükredeceğiz ama gülmekle hatta gülümsemekle ilgili de sıkıntılarımız var. Son derece insani bir davranış olan gülmek ve gülümsemek, hayatımızda belli zamanlara, belli koşullara ve mekanlara sıkıştırılmış durumda. Aslında bu konu sadece erkeklerle ilgili değil, kadınlar da aynı sıkıntıları yaşıyorlar. Ancak yine de erkeklerin etrafındaki çitler sanki biraz daha yüksek. Örneğin, çok fazla gülen erkekleri azarlamak için, “Karı gibi gülme” gibi bir deyim de kullanılır. Fazla ayrımcılık olmasın diye bu konuya girmeden her iki cinsi de kapsayan sınırlamaları anlatacağım.
Benim çocukluğumda yaygın iletişi aracı olarak radyo gözdeydi. Akşamları evlerde topluca radyo dinlenirdi. Ev ziyaretleri de o dönemde çok fazlaydı. Geceleri komşu ziyaretleri yapılır, bolca sohbet edilirdi. Bu sohbetlerde biraz fazlaca gülünmeye başlandığında, ailenin büyükleri hemen müdahale eder, “Çok güldük, birazdan ağlayacağız galiba” der, keyfimizi kaçırırlardı. Bu kadar çok eğlenmenin ardından mutlaka bir musibetin geleceğinden korkulurdu. Bu inancın nedenini bu yaşımda dahi halen anlayabilmiş değilim. Ama genel olarak gülmeyle ilgili ilk sınırlamanın, gülmeyi fazla uzatmamak olduğunu daha çocuk yaşta öğrenmiştim.
* * *
Gülmekle ilgili bir diğer kısıtlamayı da ilkokulda öğrendim; Sınıfta gülünmezdi. Hem çok ayıp hem de öğretmene saygısızlıktı. Sınıfta ciddi olmak zorundaydık. Öğretmen gülmeden gülünmez, öğretmen gülmeyi kestiğinde ise ciddileşilirdi. Ben gülmeyi çok seven bir çocuktum. Gülmeye başladığımda ise diğer çocuklar gibi çok kolay kesemezdim. Bu yüzden çok dayak yemişimdir öğretmenimden. Gülmeyi zamanında kesebilmek için çocuk aklımla bir yöntem geliştirmiştim; Gülmeyi kesmem gerektiğinde annemin veya babamın öldüğünü hayal ederdim. Bu yöntem biraz acı içerse de garantiliydi.
Pazartesi ve Cumartesi (o yıllar Cumartesi günleri de yarım gün okul olurdu) günleri yapılan bayrak törenlerinde ise gülümsenmezdi bile. Bayrak töreninde gülümsemek, başta Atatürk olmak üzere, şehitlerimize, devletimize ve hatta tüm milletimize hakaret olarak algılanırdı. Cezası da ağırdı; Şanslıysanız okkalı bir tokatla atlatırdınız. Bu konuda disiplin kuruluna verilip, çeşitli cezalar alan çok arkadaşım olmuştur. Nedense en çok da bu törenlerde bizleri gülme nöbetleri tutardı.
Orta okul ve lisede bu kuralın işlemediğini zannederek, sabırla o yılların gelmesini bekledim. Ama aynı kural orta ve lisede de karşıma çıktı. Okulumuz yatılı olduğundan, yasaklı alan da diğer okullara göre daha fazlaydı. Yalnızca sınıfta gülmek değil, etüt salonunda ve yatakhanede de gülmek yasaktı. Bu yıllarda en büyük eğlencemiz birbirimizi güldürüp, öğretmen karşısında zor durumda bırakmaktı. Özellikle de sözlüye kalkan çocuklara türlü şaklabanlıklar yapıp güldürür, öğretmenden azar işitmesini sağlar ve bununla eğlenirdik. Çocukça bir sadizm işte. Ama işin tuhafı, öğretmenler de şaklabanlık yapanları görmezden gelip, sözlüye kaldırdığı çocuğa yüklenmeyi tercih ederlerdi. Galiba bu da bir tür kişilik testiydi; Yapılan şaklabanlıklara karşı ne kadar çok direnip, gülmemeyi başarabiliyorsan o kadar sağlam karakterli birisin. Severdi hocalarımız bu tür çocukları. Ben ise daha tahtaya çağırıldığımda gülmeye başladığımdan hocalarımız tarafından pek sevilmezdim.
Biz Darüşşafaka Lisesi mezunları okul sonrası yaşamlarında da sıkça görüşür, iletişimi hiç koparmayız. Bir araya geldiğimizde ise en çok konuştuğumuz anılarımızın başında en çok güldüğümüz olaylar vardır. Hatırlarken bile güleriz. Bunca kısıtlamaya rağmen bu kadar çok gülebilmiş olmamızı, kurallara karşı elde ettiğimiz önemli bir galibiyet olduğunu düşünüyorum
* * *
Bir önceki yazımda, üniversite yıllarımda devrimci harekette yer aldığımı yazmıştım. Hayatımda, gülmenin ve gülümsemenin bu kadar çok kısıtlandığı bir başka dönemi hatıramıyorum. Devrim yapmak ciddi bir işti, dolayısıyla devrimciler ciddi olmalıydılar. Burjuva çocukları gibi gülüp eğlenmek bize yakışmazdı. Bu yüzden, hep ciddi bir yüz ifadesi ile dolaşırdık. Sanki yaşamımızın her saniyesine çok ciddi görevler yüklenmiş gibi.
Bu kurala ilk isyanım yine devrimcilik günlerimde başladı. Bir yaz günü örgütteki sempatizanları topluca deniz kenarı bir yere pikniğe götürmüştük. Herkes gayet güzel eğlenip, gülüyor. Hava da çok sıcak üstelik. Çocuklar denize girmek istediler. Önder abilerimizden bazıları sinirlenip;
-Buraya burjuvalar gibi eğlenmeye gelmedik. Şimdi eğitim yapacağız , dediğinde benim tepem attı;
-Başlarım sizin eğitiminizden, deyip grubun hem denize girmesini ve hem de gönlünce eğlenmesini sağlamıştım.
Bu tavrım önder kadrolar tarafından uzunca bir süre eleştirilmiş hatta adım lümpene çıkmıştı Ama kimin umurunda? Benzer bir tavrı 1980’de içeri düştüğümde de göstermiştim. Askeri darbeden sonra Kabakoz’da verem hastanesi olarak inşa edilmiş bir binayı hapishaneye çevirmişler. Burada kalıyoruz. Darbe daha yeni yapılmış, kimse ne olacağını bilmiyor. Tutukluların çoğu 15-25 yaş gurubunda. Bizim koğuşta yaşlı sayılabilecek bir tek rahmetli ozan Nesimi Çimen var. Her koğuş kendi yöneticisini seçiyor ve yönetime karşı koğuşu bu kişiler temsil ediyor. Genel olarak da devrimci harekette en kıdemli olanlar seçiliyorlar.
Koğuşta ve havalandırmada askerler gülmemize müsaade etmiyorlar ama bize en çok koyanı, koğuş sorumlularının onlardan daha fazla müdahale etmeleri. Bir gece Nesimi amcanın etrafında oturmuş sohbet ediyoruz. Bize köy anılarını anlatıyor. Hep beraber gülüyoruz. Bizim koğuş sorumlusu ortaya çıkıp, müdahale etmeye çalışınca benim tepem yine atıyor. Yakasından tuttuğum gibi duvara yapıştırıyorum ;
-Başımızdaki generallerden betersin lan. Bundan sonra koğuş sorumlusu benim, diyorum.
Böylece darbecilerin mekanında bir darbe de ben yapmış oluyorum. Ama değiyor doğrusu. Bu darbeden sonra cezaevi biraz daha yaşanır bir hale geliyor.
* * *
Gülmenin ve gülümsemenin en çok sınırlandığı yerlerin başında askeriye gelir. Askerde gülmek çok tehlikelidir. İçtimaada gülünmez, eğitimde gülünmez, yemekte gülünmez, yatakhane de gülünmez. Üstlerinle konuşurken gülünmez ve hatta gülümsenmez. Ama nedense erkeklerin en komik anılarının başında da askerlik anıları gelir. Düşündükçe, bu kadar kısıtlamaya rağmen ne kadar çok gülmüşüz diye halen şaşırırım.
Gülmenin sakıncalı olduğu yerler kamusal alanla sınırlı da değil üstelik. Örneğin iş yerinde de fazla gülemezsin. Amirin hemen dikilir tepene. Kimisi uygun bir dille, kimisi ise paldır küldür ciddiyete davet eder sizi. Sicilinize bile not düşerler, “ciddiyetsiz” diye.
Üniversitede asistanlık yaptığım yılları saymazsak ben hep kendi işimi yönettim. Dolayısıyla ortağım Hilmi Alişanoğlu ile bolca gülme imkanımız oldu. Çalışanlarımızın gülmelerine de müdahale etmedik. Hatta bir kahkaha duyduğumuzda, yanlarına gider kahkahalarına eşlik ederdik. Ama iş hayatında gülmenin zararlarını da yaşamadık değil.
Yıl sanıyorum 1988 ya da 1989 idi. Henüz yeni kurulmuş bir şirketiz ve işe çok ihtiyacımız var. Bizler de henüz 29-30 yaşlarındayız o zaman. O dönemin ünlü reklam ajanslarından Moran Reklam, müşterileri Yapı Kredi Bankası için bir araştırma siparişi vermişlerdi. Proje başarı ile bitirildi ve sunuma çağırıldık. Sunumda tüm Yapı Kredi Bankası yönetim kurulu ve Moran Reklam’ın üst yönetimi mevcut. Moran Reklamın yöneticilerinden Yüksel Bey toplantı havasını yumuşatmak için devamlı espiri yapıyor ve gülüyor. Ama gülerken kesik kesik gırtlaktan kıııhhhh kıııhhhhh diye sesler çıkartıyor. Bir ara Hilmi kulağıma eğildi ve;
-45 model Ford kamyonun marşı basmıyor, demez mi.
Ben başladım gülmeye. Ben gülünce Yüksel Bey’de gülüyor. Marşın basmadığını gördükçe ben daha çok gülüyorum. O arada Hilmi de katıldı bize. Hep birlikte gülüyoruz. Bir türlü susamıyoruz. Banka yöneticileri kızmaya başlıyor. Biz tam ciddileşip, sunuma başlayalım diyoruz, ama Hilmi ile göz göze gelince tekrar kahkahalar patlıyor. Bu durum yaklaşık yarım saat sürüyor. Banka yöneticilerinden biri kibarca bu toplantıyı uzatmanın yararlı olmayacağını, sunumu daha sonra bildirecekleri bir tarihte yapmamızı söylüyor. İşi kaybettiğimiz anlıyor ve dışarı çıkıyoruz ama gülmemiz tüm yol boyu devam ediyor.
* * *
Gülmekle ilgili sınırlamaları çoğaltmak mümkün. Ama bir de gülümsemenin sınırlarına bir göz atalım isterseniz;
İş yerinizde amirinize gülümserseniz, bunu da her karşılaştığınızda tekrarlarsanız iyimser ihtimalle laubali olarak değerlendirilirsiniz. Kötümser ihtimaller ise çok çeşitlidir. Karşı cinsten bir memurunuza sıkça gülümserseniz muhtemelen ona kur yaptığınız şeklinde yorumlanırsınız. Bir anda dedikodu ayyuka çıkar. Hemcinsiniz bir memura aynı sıklıkta gülümserseniz o kişiye bir daha iş yaptıramazsınız. Ayrıca en kısa zamanda da zam ister.
Komşulara gülümserken de ölçülü olmak gerekir. Asansörde karşılaştığınız karşı cinsten bir komşunuza gülümserseniz yanlış anlaşılma ihtimaliniz çok yüksektir. Hele ki, çok fazla yakınlığınız olmayan karşı cinsten bir tanıdığınızı, parteneri ile birlikte bir kafe ya da bir lokantada otururken gördüğünüzde gülümsemenizin yanlış anlaşılma ihtimali daha da büyüktür. Kendinizi çok mutlu hissettiğiniz bir günde sokağa çıkıp tanımadığınız insanlara gülümseyip, selam verirseniz şaşkınlık yaratırsınız. Bunu alışkanlık haline getirip her gün tekrarlarsanız ya deli ya da sapığa çıkar adınız.
Yakın çevrem dışında herkes, beni asık suratlı ve çok ciddi biri olarak tanır. Hatta bazıları yanıma yaklaşmaya, benimle konuşmaya bile çekinirler. Bu terbiye ile büyümüş ve bu tecrübeleri yaşamış birinin başka şekilde davranması mümkün mü? Oysa ne çok severim kahkaha atmayı, karşımdakinin gözlerinin içine gülümseyerek bakıp, konuşmayı. Bundan sonra bu gülme ve gülümseme konusundaki tabularımı da yıkıyorum. Sizleri de davet ediyorum yanıma. Artık hep1den doya sıya gülelim. Gülmek çok güzeldir, çoook…