Kafka’nın Şehri: Prag – Macro

0
615

Seyahat öncesi, şirket merkezimizden Prag’daki hava koşullan, kalacağımız otel ve özellikleri, havaala­nından şehire gelmek için ödeyeceğimiz taksi parası vs konularında bilgilendirici bir faks aldım. Faksın so­nunda, “yanınızda mutlaka bir çift rahat ayakkabı geti­rin ve ilk gece yapılacakolan hoşgeldiniz partisine katılabilmek için, mutlaka sabah erken saatlerdeki uçuşlan tercih edin” diye bir not düşmüşlerdi. Bu önem­siz gibi görünen notun ne anlama geldiğini ancak Prag’a varınca anladım.

4 Nisan sabahı 10.30’da Çek Havayolları uçağı ile yaklaşık iki buçuk saatlik bir uçuştan sonra Prag’a vardık. Uçak alana iner inmez, daha önce Prag tecrübesi olan Türkler veÇek vatandaşları birbirini ezercesine terminale doğrukoşturmaya başladılar. Ben ne olup bittiğini anlayana kadar iş işten geçmişti. Ken­dimi polis kontrol kuyrukla­rının en sonunda buldum. İlk on dakika kuyrukta hiç­bir kımıldama olmadı. Polis tüm pasaportların her say­fasını tek tek büyük bir cid­diyetle inceliyor. Yaklaşık l saat 15 dakika sonra sıra bana geliyor. Tam kurtukdum derken bu sefer polis benden  resmi davetiyem olup olmadığını soruyor.Vizem tamam.dönüş biletim okeyli,kalacağım otel,adresim vs.. her şey tamam.ancak polis bir kez davetiye diye tutturdu, dönmesi mümkün değil.Sonunda beni kuyruktan çıkartıp polis ofisine götürdüler;kuyruktakiler bana kötü kötü bakıyorlardı.Polis şefine durumu anlatıyorum,beni dinliyor ama hiçbir tepki yok.Dışarı çıkıyor,içeri giriyor,telefonlar ediyor,bu arada da bakışlarıyla sürekli beni inceliyor.Ben çoktan vazgeçtim,bıraksalar ilk uçakla geri döneceğim.Ona da müsade etmiyorlar.Aklıma rüşvet teklif etmek geliyor ,ama ben  postacıya bile bahşiş verirken zorlanırım.Neyse ,birbuçuk saatlik bir araştırmadan sonra iyi bir insan olduğuma ikna oluyor ve beni serbest bırakıyorlar.Özgür olmanın tadını hiç bu kadar yoğun yaşadığımı hatırlamıyorum.

Havaalanının çıkışında taksilerle ilgili büyük  afişler var. Taksicilik yapan özel arabalara binilmemesi, be­yaz renkli VW Passat’ların taksi olduğu ve bunlara bi­nilmesi bildiriliyor. Çıkışta etrafimı bir sürü insan sarı­yor. Kimi kendi arabalannın rahatlığını ve ucuzluğunu anlatırken kimi de para boz­mak istiyor. Tarif edilen özelliklere uygun bir taksi bulup otele doğru yola çıkı­yorum. Otele vardığımızda taksi bedeli, bize faksla be­lirtilenin yaklaşık iki misli tutuyor. Böylece ilk şehir turunu yaptığımı anlıyorum.Olsun, nasılsa buraları ilk müsait zamanda gezmeye­cek miyim…

İş adamlarına duyurulur
Prag tüm önemli Avrupa kentleri gibi nehir kıyısınakurulmuş.Moldava (Vlata) nehri, şehri ikiye ayırıyor. Şehir beş yerleşim bölgesine ayrılmış. Her bölge bir nu­marayla anılıyor. Prag l, Prag 2 gibi. Kaldığımız otel, şehrin en büyük ve en önemli caddesi olan Vac lavske Bulvan üzerinde. Enönemli eğlence ve alışveriş noktalan bu bulvarda. Dola­yısıyla gece gündüz son de­rece kalabalık bir yer. Yol­larda Çek vatandaşındançok, turist görüyorsunuz. 12 milyonluk Çek Cumhuri­yetine yılda 60 milyon tu­rist geldiği söyleniyor. An­cak bu durum Çekleri biraz şımartmışa benziyor. Turiz­min ve turistin önemini he­nüz kavramış değiller.Turistlere karşı davranışları son derece kaba. Turisti, ce­bi para dolu yolunacak kaz olarak görüyorlar.

Prag’daki ilk gecemizde, kaldığımız otelde bir içki fir­masının tanıtım kokteyliyapılıyordu. Kokteylin adı “Exotic Nights”. Ayrıca ta­nıtımın bir parçası olarak bir tekstil defilesi de otel lobi­sinde gerçekleştirildi. Bu ve­sileyle tüm Prag sosyetesini ve top modellerini yakınen tanıma firsatı bulduk. İşada­mı gözüyle Prag hakkındaki ilk izlenimi burada ediniyo­rum. Çek kızları gerçekten çok güzel ve sıcak kanlı…

Prag’da kaldığım sürece iki defile seyretme fırsatı buldum. İkisi de kaldığım otellerin lobilerindeydi. Bu işlerden hiç anlamam ama mankenler hariç hiçbir şey gözüme hoş gelmedi. Bu ül­kede Türk koreografların ol­dukça fazla ilgi görebilecek­lerine inanıyorum. Ayrıca seyrettiğim defile deri üzeri­neydi. Deriden az çok anla­rım. Sergilenen deri kıyafet­ler gerek model, gerekse de­ri kalitesi açısından bence bizim üçüncü sınıf derilerle eşdeğerdi.

Prag’da gelişmiş sektör­lerden biri de tüm eski de­mirperde ülkelerinde olduğu gibi fuhuş sektörü. Akşam üzerleri turistik bölgelerde gezerken, mutlaka birkaç kadın yanınıza yaklaşıp “uygunsuz” tekliflerde bulu­nabiliyor. Kendilerini tek bir kelime ile ifade edebiliyor­lar: “Sex…” Aynca taksi şo­förleri bu işe önemli vakit ve çaba ayırıyorlar.

2.darbe

Prag’da dikkatimi çeken diğer bir nokta da korkunç bir imar faaliyetinin tüm şe­hirde yürütülmesiydi. Nere­deyse tüm şehir yeniden imar ediliyor. Sosyalist dö­nemde yapılan konutların ortalama büyüklüğü 20 -25 metrekare!.. 40 – 50 metrekarelik evler lüks sayı­lıyor. Eskiden bu evlerde komünist parti yöneticileri otururmuş. Değişen bir şey olmamış, şimdilerde de eski komünist parti yöneticileri oturuyor. Bundan dolayışehrin her yerine 90 – 100 metrekarelik konutlar yapı­lıyor. Türk müteahhitlere de bu ülkede çok ekmek var gibi gözüküyor. Bu arada komünist partinin hakkını da yemeyelim: İnanılmaz büyük ve güzel bir metro yapmışlar.Yaklaşık 40 tiyatro, 100kadar da sineması var Prag’ın. Sosyalistleri bu ko­nuda taktir etmemek müm­kün değil. Biz de gelmişken bir tiyatroya gidelim dedik. Araştırmalarımız sonunda Laterna Magica adlı bir ti­yatroda karar kıldık. Çoluk çocuk harkesin anlayabile­ceği ve eğlenebileceği tarzda hazırlanmış. Oyun kapalı gişe oynuyor. Yardımcı olmayı vaad eden otel re­sepsiyonundan, 530 Krone’luk (l Krone=3.400 TL)bileti iki misline alıyoruz. Biletlerin üstünde­ki fiyat bölümünü daksille silmişler. Büyük bir hevesle geldiğimiz tiyatroda ikinci felaketi yaşayacağız: Kapı­daki görevli, biletlerimize bakıyor ve anında yüzü ası­lıyor. Biletleri karaborsadan almışız, bu yüzden bizi tiyatroya alamayacakmış. Bi­zi cezalandırmazsa, otel yö­netimi karaborsacılığa de­vam edermiş. Herkes şüp­heli gözlerle bize bakıyor. Ne yapsak, ne söylesek olmuyor. Çek Cumhuriyeti’nde adam dövmenin ce­zası hakkında bir fikrim ol­madığından ya sabır çeki­yorum. Sonunda tiyatroya giremiyoruz. Otele döndü­ğünüzde ben de hırsımı re­sepsiyon görevlisi başta ol­mak üzere tüm nöbetçi per­sonelden çıkartıyorum. So­nunda bu biletleri polise götüreceğimi söyleyince tavır değişiyor. Ve ertesi güne fi­yatı silinmemiş dört yeni bi­let buluyorlar.

Şehrin tarihi ve turistik güzellikleri iki bölgede yo­ğunlaşmış: İlki Hradcany; diğeri Old Town. Hrad-cany’de, şehrin kalesi, en büyük ve en eski katedrali var. Rehberimiz şehir kale­sine gidiyoruz deyince insa­nın aklına bizim hisarlar ve­ya İstanbul Surları gibi biryer geliyor. Oysa gördüğü­müz kalenin kalelikle hiç il­gisi yok. Bir tepenin üstünde yüksek duvarlı binalar yapılmış. Kalenin içinde Al­tın Yolu dedikleri bir sokak bulunuyor.

Kafka’nın mı değil mi?

Eski tarihlerde, ismi la­zım değil, bir Çek kralı, dö­nemin en ünlü simyacılarını bu sokağa toplayarak altın üretmelerini istemiş. Simya-gerler yıllarca uğraşmışlar ama nafile… Kelleleri gitmiş mi bilmiyoruz, rehberlerimiz işin bu kısmını pas geçtiler. Altın Yolu denilen bu so­kak, yaklaşık 2.5metre eninde, 50 metre uzunlu­ğunda. Dolaşırken insanı hafakanlar basıyor. Sokak­taki evler ise yine kale du­varlarının içine yerleştirilmiş oyuncak evlere benziyor.

Prag’da en çok övünü­len konuların başında ünlü Kafka ile hemşehri olmaları geliyor. Kafka’nın yaşadığı iddia edilen ev de bu Altın Yolu’nda. Şehirdeki tüm tu­rizm bürolarında, otel bro­şürlerinde ve tanıtıcı kitaplarda Kafka’nın hemşehrileri olduğu ve evinin mutlaka görülmesi gerektiği, önemle belirtiliyor. Rehberimiz ise söz konusu evin Kafka’ya değil, kızkardeşine ait oldu­ğunu söylüyor. Israrlı soru­larımız üzerine, Kafka’nın bu evde sadece bir gece kal­dığını ağzından kaçırdı. Kaf­ka’nın o evde yaşamış ola­bileceğine bizler de pek ihti­mal veremedik. Kafka o ev­de değil iki satır yazmak, sı­kıntıdan herhalde intihara kalkışırdı.

Ülkenin cumhurbaşkanı da bu kalenin içinde yaşı­yor. Kalenin içindeki mey­danlığa bakan bir binada ikamet ediyor. Halka sesle­neceği zaman da bu mey­danlığa bakan bir balkona çıkarak konuşuyor. Vatan­daş, cumhurbaşkanının zevksizliğinden muzdarip…

Ve Türkler

Kalenin içinde görülebile­cek önemli yapılardan biri de St. Vitus Katedrali. Bu katedral tam 500 yılda ta­mamlanmış. Katedralin in­şaatına 1344’de başlanmış, araya savaşlar girmiş ve ancak ön tarafı bitirilebilmiş. Biten kısmı ibadete aç­mışlar. Yıllar sonra tekrar başlanmış, tekrar savaşlar çıkmış. Bu şekilde katedral ancak 1929’da bitirilmiş.En önemli özelliği, inşa et­meye çalışanların hepsinin, ilk projeye sadık kalmaları; yani ortaya bir ucube çık­mamış. Katedralin içinde inanılmaz güzellikle kristal vitraylar bulunuyor. Diğer önemli bir özelliği de Çek hazinelerinin burada koru­nuyor olması. Hazinenin bulunduğu bölümün 7 kilitli bir kapısı var. Bu 7 kilidin anahtarları, cumhurbaşkanı, başbakan, belediye başkanı gibi kişilerde bulunuyor. Dolayısıyla, hazinenin teş­hir edileceği zaman bu kişi­ler biraraya geliyor. Rehbe­rimizin iddiasına göre Avrupa’nın en görkemli ve en pahalı kraliyet tacı kendile­rinde bulunuyor. İngiltere Kraliçesi de bunu teyit et­miş.

Turistik açıdan Old Town Square bana daha canlı ve cazip geldi. Geniş ve ferah bir meydanda hem tarihi bilgi ve görgünüzü arttırır­ken, hem de meydandaki lokanta ve kafelerde dinle­nip soğuk pilsen biranızı içebilirsiniz.

Bu meydanda benim en çok ilgimi çeken yapı saat kulesi oldu. Kule 1410’da yapılmış, değişik tarihlerde restorasyon görmüş. Kule­nin üstündeki saat bildiği­miz akrebi yelkovanı olan türden değil. Bir tür astroloji saati. Saat, 15. yüzyıldaki bilimsel verilere göre yapıl­mış. Saatin ortasında dün­ya, dünyanın çevresinde ise gezegenler bulunuyor. Kad­ranın tam üzerinde iki kü­çük pencere var. Her saat başında kuleden bir müzik yayını başlıyor ve bu pen­cereler açılıyor. Pencerelerin önünden Hz. İsa’nın azizleri birer birer geçiyor.

Kadranın iki yanında iki­şerli olarak dört küçük hey­kel bulunuyor. Azizlerin ge­çit resminden sonra bu hey­keller de hareket ediyorlar. Heykellerden kadranın sa­ğında olanlardan biri Çekleri simgeliyor. Elindeki ayna ve kıyafetiyle mutluluğu temsil ettiğini söylüyorlar. Çek’in yanındaki, Yahudi ve cimriliği temsil ediyor. Öte yanda ise bir iskelet var ki ölümü temsil ettiğine inanı­lıyor, iskeletin yanındaki başı sarıklı şalvarlı, sakallıadam ise rehberin söylediği­ne göre Türk ve kötülüğü temsil ediyor. Daha sonra rehberimiz elindeki kitaba bakarak, yanıldığını ve Türk’ün şehveti temsil etti­ğini belirtiyor.

Ah yurdum malı…

Old Town Square’den sa­ğa doğru yürüyünce ünlü Charles Köprüsü’ne çıkılı­yor. Prag’da bir sürü köprü var ve en meşhurlan da bu Charles Köprüsü. 14. yüz­yılda inşa edilmiş ve 19. yüzyıla kadar da Moldova nehri üzerindeki tek köprü imiş. Köprü, araç trafiğine kapalı; sadece yayalar kul­lanıyor. Korkuluklarının üzerinde birçok din adamı ve kralın heykelleri var. Ge­lip geçenler bu kral heykel­lerinden birinin altında bir yere ellerini sürüp dilek dili­yorlar. Heykelin her tarafı pislikten kararmış olmasına rağmen bu bölüm, her gün sürülen binlerce el sayesin­de altın gibi parlıyor.

Old Town Square’in ilgi çekici yanlarından biri de tüm önemli mağazalann bu­ralarda olması. Bildiğiniz her türlü markaya burada rastlayabilirsiniz: McDonald’s’ından Adidas’ına, Versace’sinden YSL’ine her şeyi bulabilirsiniz. Ancak Türkiye ile kıyaslayınca fi­yatlar bir hayli yüksek. Ay­nı marka malı Türkiye’de yarı fiyatına bulabilirsiniz. Bu arada marketlerde Ülker ve Kent firmalarının ürün­lerini gördüğümüzde duy­gulandığımızı söylemeden geçemeyeceğim.

Çeklerin kristal ve por­seleni dünya çapında ünlü. Onlar da bunun farkında ol­duğundan fiyatları hayli yukarı çekmişler. Ben kris­talden, porselenden pek anlamam ama eşim oldukça beğendi. Ancak fiyatları görünce, tüm bonkör­lüğüme rağmen hiçbir şey satın almadı.

Old Tovvn sokaklanndaki seyyar satıcılardan hatıra birkaç eşya alalım diye bir tezgaha yaklaştık. Tezgah­taki delikanlı bize her dilden “buyrun” dedikten sonra bizim konuşmalarımızı duyunca Türkçe, “Buyrun, size yardımcı olayım” demez mi, birden sanki dil­imiz tutuldu. Bursalı bir Türk, iki senedir Prag’da çalışıyor. Hatıra eşyamızı ondan aldık, hatırı sayılır miktarda indirim yaptı.

Rehberimiz, ölümü 1. Dünya Savaşı’na yol açmış olan Avusturya Macaristan Veliahdı Franz Ferdinand’ın yaşadığı şatonun da Prag’a 45 dakikalık uzaklıkta ol­duğunu ve istersek bu şatoya gidebileceğimizi söy­lüyor. Prag’a kadar gelmiş­ken, milyonlarca insanın ölümünün müsebbibinin yaşadığı yeri görmemek ol­maz. Sabah erkenden yolaçıkıyoruz. Şatonun adı Konopişte. Konum olarak Prag kalesinden daha korunaklı. Etrafı hendekler­le çevrili gerçek bir kale. Şatoyu Franz Ferdinand yaptırmamış.

Çek hanedanından bir prensten satın almış. Bu Fercinand denen zat silaha ve ava çok meraklı imiş. Şatoda Çek sanat tarihinin en değerli tablo ve an­tikaları bulunuyormuş. An­cak Ferdinand tüm bu tarihi eserleri satarak bir İtalyan soylusunun silah kolek­siyonunu satın almış ve zamanla da geliştirmiş; şato bir silah müzesini andırıyor.Aynca Ferdinand, avladığı hayvanları da tahnit ettir­miş. Hayatı boyunca 300 bin hayvan avlamış. Bu hayvanların kiminin baş­larını tahta üzerine monte ederek duvarlara asmış, kimini doldurup kapı giriş­lerine koymuş, kiminin ise postunu yerlere sermiş.Hepsinin de bir kenarına telef edildikleri tarihleri koy­mayı ihmal etmemiş. Bukadar hayvanın ahını alan Ferdinand verem olmuş. Hava değişikliği iyi gelir diye dünyayı gezmiş, gez­dikçe de avlanmış. Belki de öldürüldüğü Saraybosna’ya gitmese şatosunda verem­den ölecekmiş. Su testisi su yolunda kırılır…

Bir gün gelmiş bu ünlü avcı bir Sırp’a av olmuş. Ferdinand’ın katilinin I. Dünya Savaşı’na yol aç­masını ve milyonlarca in­sanın bu savaşta öldürül­müş olmasını,inanın, bu şatoyu gezdikten sonra hiç içime sindiremedim.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here